25 Aralık 2009 Cuma

imkansız kurucu çekirdek

Bu başlık bir kuruyemiş olsaydı Lacan sürekli bundan yerdi.

Evet, kabul ediyorum, işe girmek epey ket vurdu-zaten varolmayan-blog tempoma, ama artık işler biraz yoluna girdiğine göre yeniden düzenli yazmaya dönebilirim. Ve şu sıralar yine Lacan ağırlıklı bir Zizek kitabı okumaktayım ve bu kitap, bir şekilde gelip benim fizik eğitimime bağlanıverince ne kadar şaşırdığımı tahmin edemezsiniz.

Çok çok yüzeysel bir şekilde açıklayacak olursam, Lacan'a göre varoluşun 3 "düzeni" var. Bunlar Gerçek, İmgesel ve Simgesel. Gerçek olarak tanımlanan düzen, dilin varolmadığı ve dille tanımlanamayan, yani simgeselleştirilemeyen, kaotik, çelişkili bir varoluş. İmgesel, Gerçek'le Simgesel arasında bir "geçiş düzeni" sayılabilir. Simgesel ise toplumsal ilişkiler ağının, dilin, sosyalleşmenin bulunduğu nihai düzen olarak tanımlanır.

Tabii bunlar hiçbişey ifade etmemiş olabilir, o yüzden örneklemek yerinde olur: Herhangi bir insanın hayatını ele alalım: Gerçek, henüz anne karnındaki döneme karşılık gelir. Burada bütün ihtiyaçlar karşılanmaktadır, dilin oluşmasına gerek yoktur, cenin annenin bir "uzvudur". Doğum, ilk "ihtiyacın" ortaya çıktığı andır, ki bu da anne ihtiyacıdır. Dil, ihtiyaç nedeniyle yapılanır. Bebek, birey olmadan evvel, kendisini eksik hisseder, sanki bir uzvu eksikmiş, ya da bizzat kendisi eksik bir uzuvmuş gibi. Bu noktadan sonra imgesel düzene geçiş başlar, bu da bebeğin kendisiyle veya bir benzeriyle karşılaşması ve bir "bedensel bütünlük imgesi"ni kafasında oluşturması demektir. Yani imgeselde, birey kendi bedensel bütünlüğünü tanımaya başlar. Simgeseldeyse, artık konuşmaya başlar ve toplumsal-ailesel düzenin içerisinde bir "özne" haline gelir.

Ancak özne, her zaman "yaralanmıştır". Simgesel düzende kendisini birebir karşılayan bir göstereni yoktur. Başka gösterenlerle olan farkının toplamından ibarettir, yani kendisini bir karşıtlıklar silsilesi üzerinden, genelgeçer kavramlarla inşa etmeye uğraşır, ancak hiçbir zaman bütünüyle simgesel ağın içinde varolamaz; dışarı taşan bir "gerçek parçası" kalır.

Buraya kadar sıkılıp okumayı bırakmadıysanız, şimdi olayı fiziğe bağlıyorum ve daha da sıkıcılaştırıyorum. Gerçek dediğimiz kısım, tanımlanamayan, kaotik olan, dile dökülemeyen ve dolayısıyla da hiçkimse tarafından "hatırlanmayan" bir deneyimdi. Dolayısıyla "ölüm" için de Lacan'ın "gerçek" tanımını kullanabiliriz; kaotik, ne olduğu bilinmeyen, tam olarak ifade edilemeyen bir durum. Yine de bütün yaşamımızı, en temel dürtülerimizden en rasyonel düşüncelerimize kadar şekillendirebilen bir "gerçek".

Fiziğin temellerine girdiğimizde de benzer bir "Gerçek" ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Şu meşhur "Büyük Patlama"'nın ilk birkaç mikrosaniyesi, fiziksel kurallarla açıklanamaz. Bir tanımsızlık, hatta imkansızlık vardır bu noktada. Ancak sonrasındaki bütün olaylar fiziksel kanunlara göre açıklanabilmektedir. Yani bizim anladığımız şekliyle "fiziksel dünyanın dili", bu en baştaki "imkansız çekirdek" üzerine kurulmuştur. Bu çekirdek olmadan, fiziksel dünya, fiziğin dili, fiziğin kanunları bildiğimiz şekilde oluşamazdı. Daha doğrusu, fiziksel gerçekliği kendi simgesel bilim söylemimizle ifade edemezdik. Fiziksel teoriler geliştikçe geriye dönüşlü olarak bütün evreni açıklayabilmiş olsalar da, tıkandıkları, erişemedikleri bir nokta daima var olacaktır.

"Mutlak sıfır" konusunda da benzer birşey söylenebilir. Teorik olarak, -273K derecesinde parçacıkların hiçbir enerjisi yoktur. Birçok deneysel yöntemle maddeleri bu ısıya yakın bir dereceye düşürmek mümkündür, yani parçacıkların enerjileri durmaya çok yakın gelebilir, ancak asla tamamen durmaz. Termodinamiğin yasalarından biri "sonlu sayıda işlemle mutlak sıfıra ulaşmak imkansızdır" der. Bu da demek oluyor ki, termodinamik yasalar, ulaşılması mümkün olmayan bir imkansızlık etrafında şekillenmiştir. Günün birinde -273K'ya ulaşılacak olursa, bütün termodinamik bilimini yeniden yazmak gerekecektir; ama bu, zaten tanım olarak imkansızdır.

Benzer bir "anomali" Heisenberg'in belirsizlik ilkesinde vardır. Buna göre bir kuantum parçacığın hızı ne kadar biliniyorsa, konumu o kadar belirsizdir. Ve konumu ne kadar belirliyse, hızı o kadar belirsizdir. Kuantum mekaniğine dair bildiğimiz ne varsa bu temel ilke etrafında kurulmuştur. Halbuki ilkenin kendisi, bir "imkansızlığa" işaret etmektedir. İşte bu imkansızlık, Gerçeğe aittir.

Madde-dalga karşıtlığında da bir tanımsızlık mevcuttur. Elektron ve foton en temel parçacıklar olmalarına rağmen ne tam olarak dalga, ne de tam olarak madde kavramlarıyla karşılanabilirler. Elektron dalga gibi davranabilir. Fotonların da momentumu mevcuttur. Sanki bu parçacıklar da özne gibi bir şekilde bölünmüşler; belli başlı davranışları fizik kuralları çerçevesinde açıklanabilmesine rağmen, net bir tanım yapmak, tek bir gösterene indirgemek imkansızdır.

Lacancı teoriyle fiziğin temellerinin bu derece örtüşmesi beni epey şaşırttı doğrusu.Bu bağlamda bir tez bile yazılabilir mi peki? Bence yazılabilir.

Bu vesileyle, herkesin yeni yılını kutlarım.