17 Mart 2010 Çarşamba

sistem karşıtıysan senden kralı yok, koçum!

"Sistem kurbanıyız, lanet olsun, hep bizi birbirimize düşürdüler, hep bizi sömürdüler, kışkırttılar, bizler iyi amaçlarla yola çıkmıştık" vb. söylemler. Malum "sistem" karşısında ne derece çaresiziz? Kışkırtılmamızda, birbirimize düşmemizde bizim önyargılarımızın, inançlarımızın, ideolojilerimizin, ahlak anlayışımızın hiç payı yok mu? Bütün kötülükler bize sistem tarafından, irademiz dışındaki bir kuvvet tarafından mı "yaptırıldı"? Bütün günahlarımızın müsebbibi sistem mi?

Farkında olmasak da bu otomatik "yapısalcılık" siyasi literatürümüzde epey yer etmiş. Herşey bir sistemden ibaret, ve herkes bu sistemin bir parçası. Herşeyi sistem çok önceden belirliyor, bireyler adeta bu sistemde birer robot ya da köle. Heryere gönül rahatlığıyla yayılan, nüfuz eden, herkesi inim inim inleten yaman bir sistem bu doğrusu.

İyi de, buradan çıkış yok mu? Daha da kritik soru, bu sistemin devamlılığında bizim hiç payımız olmadı mı bugüne kadar? Bilgisayarlarımızın başında, evlerimizin içinde oturup kahvelerimizi yudumlarken ve "kahrolsun kapitalist düzen" diye manifestolar üretirken sistemin dışarısında mıyız? Kimseye zarar vermeden yaşayıp gidiyor muyuz? Bir farkındalık sağlıyor muyuz? Öte yandan yaptığımız her iş, her alışveriş, her yolculuk, her masraf, her fatura sistemin beslenmesini sağlamıyor mu bir bakıma?

Burada sihirli bir el falan yok, kendimizi kandırmayalım. Sistem herşeyi önceden belirliyorsa, en tepedeki adamla en alttaki adam arasında nitel açıdan hiçbir fark yok. En tepedekini de en alttakini de sistem belirledi çünkü. Hiçbirimizin özgür bir seçim yapma şansı yoktu. Sözünü ettiğimiz o korkunç sisteme bütün suçları yükleyeceksek, tek tek bireyleri eleştirme şansımız ortadan kalkar, herkes eşit derecede edilgendir, herkes sistemin buyruğunu yerine getirmektedir.

Eğer ki bireyleri de eleştirme hakkımız olacaksa, o zaman bir nebze olsun özgür iradeye yer açmamız gerekiyor. Özgür iradeye yer varsa, sistemde yer alan her birey için vardır, insanlar sistem-karşıtı bir eylem yapmaya karar verebilirler demektir bu. Tabii günümüzde sistem-karşıtı olduğunu söyleyip çeşitli ufak çaplı şiddet eylemleri içine girenlerin yalnızca sistemi güçlendirdiği, kendini koruma refleksini ortaya çıkardığını ve dolayısıyla başarısız olduğunu söylemek herhalde abartı olmaz.

Bilindik özdeyişi tersine çevirip bir özeleştiri mekanizması geliştirsek örneğin; "bugün sistemin devamlılığı için naptın?" şeklinde. Ondan sonra sıra diğerlerine sormaya/eleştirmeye gelebilir diye düşünüyorum. Çünkü sistemin bu kadar kolay yayılması ve egemen olması, ancak bizim, hepimizin bir şekilde rıza göstermemizle mümkündür.

Bu bağlamda "çözüm şudur" demek biraz büyük konuşmak olur, ancak sistemin gizli kalmış yönlendirmelerini açığa çıkarmak, gündelik ideolojiyi görünür kılmak, sistemi tamamen çökertmese de üzerimizdeki etkisini bir nebze olsun hafifletebilir diye düşünüyorum. Burada bir nevi "talking cure"dan söz ediyorum; neyi niçin yaptığımızı, sisteme nasıl razı olduğumuzu, herkesin kötülüğü için sürekli komplo üreten hayali düşmanlardan ziyade herkesin, hepimizin sorunun bir parçası olduğunu kabul etmemiz, sistemle mücadeleye başlamak ve özgür irademizi ortaya koymak için yerinde bir başlangıç noktası olabilir. Ve bu başlangıç noktası en geniş katılımı elbette meşru siyasi düzlemde yakalayabilir. Sanırım bu kavram ayrı bir yazının konusu olacak.

6 Mart 2010 Cumartesi

tartışma manifestosu

Acaba başlık "nutuk" veya "söylev" falan olsa daha mı vurucu olurdu? Herneyse. Uzun zamandır kafamda biriktirdiğim maddeler var, bunları artık doğru dürüst yazma vakti geldi. Evet didaktik, öğüt verici hatta haddim olmadan eğitici bir yazı yazacağım, ama hangi kesimden-hangi siyasi görüşten veya dini inançtan olursa olsun şu noktalara dikkat etmek, siyasi yaşantımızı bir nebze rahatlatabilir diye düşünüyorum.

1- Analiz > yargılama

Muhtemelen hepimiz hergün karşılaştık, veya karşılaşıyoruz: gerici-dinci-bölücü-faşist-ırkçı-allahsız-satılmış-yalaka-cahil-ampul kafa..saymakla bitmeyecek sıfatlar var siyasi dilimize işlemiş olan. Kim bu kavramları üstlenip de tartışmaya devam etmek ister ki? Bunları ciddiye almak ve cevap yetiştirmeye çalışmak nafile bir çabadır. Bu denli sığ insanlar, uğraşıp didinip kurduğunuz argümanları dinlemeyeceklerdir bile. Çünkü onların her konu hakkındaki görüşleri ve duruşları hazırdır, öntanımlıdır. Bu öntanımı "karşıt görüşüm ne diyorsa tam tersi geçerlidir" şeklinde özetlemek de mümkündür kimi zaman.

Burada acaip bir kolaycılık var. Örneğin faşizan bir uygulama'dan yola çıkıp bütün hükümeti-devleti ve sorumlu herkesi faşist ilan etmek. Bu tarz bir tümevarım bütün tartışmayı kısırlaştırır, ve sözkonusu yönetimi olası faydalı girişimlerini de görmezden gelmemize yol açar. Dolayısıyla yönetimleri tikel uygulama ve düşünceler üzerinden eleştirmek, totolojik bir sıfat yakıştırmaktan çok daha yapıcıdır diye düşünüyorum. Yani şahıs veya grupları hedef almak yerine, uygulamaları ve düşünceleri eleştiri konusu yapmak her daim herkes için daha faydalı olacaktır.

Bu, şöyle bir kolaylık ve esneklik sağlar; örneğin başbakan "geçmişte faşizan uygulamalarımız oldu" dediğinde "helal olsun" diyebilirsiniz. Aynı şekilde köşeyazarlarına patronların sahip çıkması gerektiğini söylediğinde "yok artık daha neler saçmalama" diyebilirsiniz. Bu iki örnekten yola çıkıp ne "başbakan çok demokrattır" ne de "başbakan faşisttir" demek mümkün değildir, olmamalıdır da. Amaç, tikel uygulama veya söylemlere eleştiri getirmek olmalı. Bu yaklaşım bizi ucuz genellemelerden, kolaycı yaftalamalardan ve yüzeysel analizlerden koruyacaktır.

Tikel uygulama ve söylemlere neden-sonuç ilişkisi içersinde bakarak sözkonusu siyasi aktör veya aktörlerin daha tutarlı ve derinlemesine bir analizini yapmak-dolasıyla yargılamaya geçmeden önce tanımak mümkün olacaktır. Bu da nihayetinde, bütün argümanlarımızı daha tutarlı, anlaşılır ve kabul edilebilir yapacaktır diye düşünüyorum.

2- Özcülüğü-önyargıyı reddetmek

Bu da yeterince aşikar ve birinci maddeyle bağlantılı gözüküyor. Medyada, kitaplarda, manifestolarda, nutuklarda, partilerin basın açıklamalarında, kahvede, ailede ya da herhangi bir yerde duyduğumuz, duyageldiğimiz, ezberlediğimiz, doğruluğuna yüzde yüz emin olduğumuz bütün o klişeleri bir kenara bırakarak kendi fikirlerimizi oluşturmaya bakalım. Siyasi aktörlere değişmeyen, bütün zaman boyunca sabit, dış faktörlerden ya da iç dinamiklerden etkilenmeyen mutlak varlıklar olarak bakmak, yine günümüz siyasi ortamında epey sığ eleştirilere yol açmakta.

Tabii ardı arkası kesilmeyen komplo teorilerinin de kaynaklandığı yaklaşım bu; her uygulama ve söylem bir nevi "takiyye" olduğu için sonsuz bir döngü yaratmak ve ne pahasına olursa olsun karşıt kabul edilen tarafı gayrımeşru olarak görmek mümkündür bu yaklaşımla. Halbuki her siyasi hareket bir değişim ve dönüşüm potansiyelini mecburen içinde taşır, günümüze kadar sabit-değişmez kalarak gelmesi ve güncellik iddiasında bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla her hareketi, peşin hükümlerde bulunmadan içinde bulunduğu değişim-dönüşüm süreciyle beraber analiz etmek faydalı olacaktır. Bu da belli bir grubu şu anki veya geçmişteki halinden ziyade, gelecekte dönüşebileceği potansiyel hale göre değerlendirmek anlamına gelecektir. Bunu yaparken de büyük konuşmaktan, aşırı genelleyici kehanetlerde bulunmaktan kaçınmak elzemdir elbette.

3- Başkasının ağzına laf koymamak-başkasının ağzından laf almamak

Bu da ikinci maddeyle bağlantılı gibi görünse de ayrıca yazmak istedim. Argümanlarımızı oluştururken bir siyasi lider veya örgüte atıfta bulunmak gayet doğaldır. Bu durum tutarlı bir argüman için kimi zaman gerekli olsa bile çoğu zaman yeterli değildir. Tarihte ve günümüzde hatasız, mükemmel, her daim geçerli ve güvenilir argümanlar yaratabilmiş tek bir düşünür, lider veya örgüt yoktur. Dolayısıyla bizden önce gelen fikirleri iyi bilmek ve tartışmakla beraber, bizden sonrakilere bırakacak yeni fikir ve yaklaşımlar geliştirmek de hepimizin (yani biz siyaset tartışan insanların) görevidir diye düşünüyorum. Kısacası, idolünüz kim olursa olsun, sizi her tartışmada haklı ve tutarlı kılacak diye bir kaide yok, o yüzden onların arkasına saklanmayalım, mümkün olduğunca kendi özgün argümanlarımızı oluşturalım, gerekirse de en derinlemesine eleştiriyi kendimize en yakın bulduğumuz kişi veya fikirlere yöneltelim. Buna ayrıca bir madde ayıracağım.

Bu bağlamda kişinin ağzına laf koymamak da çok önemli; bu da söylenen > söylenmeyen şeklinde bir formülle ifade edilebilir. Örneğin "terör örgütünü lanetlemiyorlar" üzerinden giden malum tartışma bana çok yersiz geliyor. Bir insanı yaptıkları ve söyledikleriyle eleştirmek her daim yapmadıkları-söylemediklerine dair tahmin yürütmekten/niyet okumaktan çok daha sağlam bir yaklaşım gibi geliyor bana. Hemen malum bir klişeye başvurarak ve kolaya kaçarak "faşizm konuşma zorunluluğudur" diyebilirim bu noktada. Tabii çok bariz bir görmezden gelme/suskun kalma hali eleştirilebilir, o ayrı bir konu.

4- Ahlaki üstünlük taslamamak

Etik argümanlar siyasete sık sık eşlik eder. Etik davranışın nereden kaynaklandığı konusunda çeşitli tartışmalar yüzyıllardır mevcut. Kesin bileceğimiz birşey ise entelektüel kapasite veya bilgi birikiminin, veya siyasi görüşün insanı kendiliğinden erdemli ve ahlaklı yapmayacağı. Dolayısıyla etik argümanlar sözkonusu olduğunda kişinin etik yaklaşımı ve kişisel kanaati dışında herhangi bir etken yoktur. Mesela her daim "eğitim şart" diye yırtınan insanlar bile en temel eşitlik düsturlarını içine sindirememiş olabilir. Zaten bu argümanı sürekli ileri süren birinin kendisini diğerlerinden eğitimli gördüğü aşikar değil midir? Tarihin en acımasız liderleri her daim yüksek bir entelektüel kapasite ve stratejik düşünme yeteneğine haiz değiller miydi? Ayrıca lideri oldukları devletin eğitiminden geçmemişler miydi? Dolayısıyla eğitim görmüş olmak bizi siyaseten ve ahlaken doğru yapmaz.

Benzer şekilde solcu olmak, mağdurun yanında olmak, inançlı olmak, kemalist olmak da bizi karşıt görüşlerimizdeki insanlardan ahlaken daha üstün bir konuma otomatikman yerleştirmez. Benimsediğimiz ideoloji/hayat görüşü/siyasi anlayış ne olursa olsun, ne dolaysızca haklıyız ne de ahlaklıyız. Yine kimi zaman bu eğilimlerin gerekli olduğunu ama yeterli olmadığını söyleyebiliriz.

5- Özeleştiri > karşıt eleştiri

Herkesin en iyi ve derinlemesine eleştirebileceği akım, kendi içinden geldiği akımdır. Benim mümkün olduğunca kemalizmi eleştirmemin sebebi, bu düşünce ve yaklaşımla yetiştirilmiş olmam. Kendi içinden geldiğim kesimi hakkıyla eleştirmeden başkasının düşünce sistemine alenen saldırıya geçmek bana pek tutarlı gözükmüyor. Çünkü bu yaklaşım, en başta kendi sistematiğimizin kusursuz ve geçerli olduğunu varsayıyor. Hakkaniyetli bir eleştiri, her sistemde bir kusur bulunabileceğini hesaba katarak başlatılabilir diye düşünüyorum. Bu, bir nevi "herkes kendi kapısının önünü süpürsün" düsturu olarak da düşünülebilir.

Elbette ki eleştiri burada durmayacak ve karşıt görüşlere de kayacaktır nihayetinde. Gelinen noktada başlangıçtaki tutumumuzdan farklı bir konuma da varmış olabiliriz. Bu gocunulacak birşey değildir, son derece normal bir süreçtir. Tabii derhal yalaka-dönek diye saldıranlar olacağını biliyoruz, onları ikinci maddeye havale ediyorum. Seneler boyunca savunageldikleri ve ezberledikleri şeyleri hiç değiştirmeden tekrar etmek onlara ahlaklı ve tutarlı bir görüşmüş gibi gözükür. Halbuki şartların değişmesi, düşüncelerin ve yaklaşımların değişmesini de beraberinde getirmelidir.

6- Bağcıları dövmeyelim, üzümle beslenelim.

Bütün bu tartışmaları yaparken serinkanlılığı korumak, düşman algısı yerine karşıt-görüş algısı yerleştirmek ve elbette tartışma adabına uygun davranmak herkesin yararına olacaktır. Sanırım bu madde yeterince açık.

Dünyanın bütün tartışmacıları, birleşin! diye de bitiriyormuşum..