10 Ekim 2011 Pazartesi

şiddet üzerine deneme 1

Peki, sorun nedir?

(Belki de bir tutarlılık ya da sistematik düşünme kalıbı arayışı beni derin bir "hiatus"a soktu. belki de kelimelerimin zaten tesirsiz olduğu nihayet kafama dank etti. Ama ne farkeder? Neden yazmayayım ki?)

Şiddet hakkında düşünmek istiyorum. Sesli düşünmek. Siz de düşünün.

Önce şunu soralım, şiddete kategorik olarak mı karşıyız? Yoksa geçerli ve meşru bir yöntem olarak görülebileceği bağlamlar mevcut mu? Baskı altındaki bir halk, veya bir "meşru müdafaa" durumu. Burada ilk sorun belki de kendi meşruiyetimizi kendimiz üretmemiz. Eylemimizi yapıyor, bunu meşrulaştıran durumu sonradan üretiyoruz. O anki şiddetin mantıklı bir açıklaması yok belki de.

Devleti devlet yapan şey şiddet tekeli diyoruz örneğin. Bu tekel nasıl elde ediliyor? Önce bir "kurucu şiddet" gerekmiyor mu? Tekeli eline geçiren bu kurucu şiddet oluyor. Meşrulaştırma sonradan geliyor, "başka çaremiz yoktu" cümlesi genelde eşlik eder. Şiddetin en son çare olması gerektiği ifade edilir, ama genelde ilk başvurulanlardan biridir.

Bir şeylere çare olduğu gerçeği de yadsınamaz doğrusu. Bütün dünyada, ister kişiler, ister toplumlar nezdinde olsun, normalde görmezden geldiğimiz, umursamadığımız ama aslında çok hayati olan şeyleri görmemizi sağladığı çok olmuştur şiddetin. Ve bu, genelde daha büyük bir şiddetin sonucu olan tepkisel bir şiddet olarak vuku bulmuştur.

Gel gör ki insanlar gördükleri şiddeti unutmazlar. Bütün eleştiriler, konuşmalar, politikalar unutulur ama şiddet unutulmaz. Öğretmeninizin ilkokulda attığı her dayağı, kulağınızı çektiği her esnayı dünmüş gibi hatırlamıyor musunuz? Peki o şiddet işe yaradı mı, bizi daha iyi/daha çalışkan insanlar yaptı mı? Belki de yaptı, ama mecburiyetten. Öyleyse makbul değil mi?

Kolay mı tahrik oluyoruz acaba? Şiddete bu kadar rahat meyletmemizin açıklaması nedir? Konuşmayı bilmemek mi? Fazla ezilmiş olmak mı? Burada siyasetten, kimliklerden, toplumlardan daha derinlikli bir araştırma yapmak gerekiyor belki de. Şiddetin farklı tezahürleri arasındaki ortak noktayı deşmek gerekiyor, öyle bir nokta varsa tabii..

Galiba kategorik olarak şiddete karşı çıkmak savunulması hemen hemen imkansız bir pozisyon. Kimin kime nasıl bir şiddet uyguladığı çok önemli. Genelde "güçlü" olanın ya da "egemen" olanın şiddeti hoş karşılanmamalı. Ancak, yine devlete dönüyoruz. Herhangi bir devletin çoğuvatandaşı, o devletin şiddet kullanımını doğal ve meşru bir hadise olarak görür bence. Yoksa daha fazla isyan olmalıydı dünyada sanki.

Güçsüz olanın, mağdur olanın şiddeti haklı görülebiliyor bazı durumlarda. Geçen gün izlediğim bir dizide, bir adam, karısını ve çocuğunu katletmiş olan bir diğer adamı çat diye öldürüyor, kaçmayıp suçunu itiraf ediyor ve mahkemede de beraat ediyordu (tabi abd mahkemesi-jüri muhabbeti vs). Bu doğru bir hukuksal süreç mi? Daha doğrusu adil mi? Bunun yerine adamı öldürmeyip polise yakalatsaydı bir "katharsis" yaşamayacak mıydı kahramanımız? Görülen o ki, hayır. Kısasa kısas demek lazım.

Ama bunu dediğimizde bir şiddet sarmalına kapılmak da olası. Kısasa kısas kısasa kısas diye gidiyor. Güçlü-güçsüz arasındaki asimetri bozulabiliyor bazen. Mesela "sivil" öldürmeyen bir örgüt, ama devletin silahlı güçleriyle çatışan bir örgüt..Ya da direk şehirlerin göbeğine bomba koyup patlatan bir örgüt. Veya şiddeti bırakıp siyaseti seçen bir örgüt. Hangisi daha meşru? Hangisi daha başarılı? Hangisi daha çok ses getirir?

Demek ki şiddetle neyi hedeflediğimiz de önemli. Başarı ve meşruiyet "kıstaslarımız" da.

Peki, ben kimim? Şiddete bulaşmamış bir insan olarak şiddete bulaşmış olanlara karşı bir ahlaki üstünlüğüm mevcut mudur otomatikman? Ya şimdiye kadar oluşan mağduriyetlere karşı kayıtsız kalmışsam? Ya bizzat eylemsizliğimle egemen olanın, güçlü olanın "şiddetine" dolaylı da olsa cevaz vermişsem? Ahkam kesme hakkım hala mevcut mu, sırf şiddete bulaşmadığım için?

Şiddete şiddetle karşılık vermek oldukça olağan sayılıyor günümüz dünyasında. Şiddetlerarası bir nedensellik bağı, şiddet eylemlerini açıklamaya ve meşrulaştırmaya yarıyor. En suçlu olan, zincirin ilk halkasını oluşturandır genelde. İlk tokatı atan. Oluşan şey bir mağduriyet, bir asimetri. Aslında kimse bunu haketmiyor çünkü. "Tokat" denen şeyde fiziksel acıdan ziyade insanda bir hakaret hissi barınıyor. Acıttığı için değil, kızdırdığı için tehlikeli sanki tokat.

Peki fiziksel şiddetle eşitlenebilecek şiddetler var mıdır? Farklı türde şiddetler arasında bir paralellik kurulabilir mi? Bunun net bir ölçüsü olabilir mi?

Bunlar hep önsevişme soruları sanırım. Henüz tahrik olmadık, henüz herşey fazla teorik, fazla mesafeli. Siyaset, aktörleri yerli yerine oturtunca mı baş gösteriyor? Mesela kadın cinayetleri. Şimdi toplum ve kültür analizine mi yönelmeli? Sistematik ve evrensel bir sorunla mı karşı karşıyayız yoksa münferit olaylar mı? Erkekler neden bu kadar kolay "tahrik" oluyor? Ve neden anında şiddete başvuruluyor? Cinayet, toplumdan topluma değişebilen bir veri olabilir, ama şiddetin kendisinin yer almadığı bir toplum var mı?

(Bu da bu blogumda yeni bir dönemin başlangıcı olarak kayda geçsin.)

Düşünün!

9 Mayıs 2011 Pazartesi

piskevüt

Nedir? 3 aydır yazmıyordum hiçbişey. Ama bir sorun, niye yazmıyordun? Ne bileyim ben. Yazacak öyle çok şey birikti ki bir noktadan sonra üşendim sanırsam. Ancak, şu son haftalarda öyle acaip işler gördük, öyle skandallar, böyle sansasyonlar, yok çılgın proce yok yılgın bilmemne derken..Bir patlama anının yaklaştığı belli. Yok yani bu ülkenin genelinde değil, benim kendi mütevazı iç patlayışım.

Bu ülkede ümit etmek ölümcül bir hata; aslında bunu çoktaan farketmiş olmam gerekirdi de..Belki de farkettim ve o yüzden yazmayı bıraktım. Öyleyse şimdi niye geri döndüm? Piskevüt için.

Biz devletle hep squash oynuyoruz. Bir ara tenis maçına dönüyor gibi oldu ama, ı-ıh. Hiçbir zaman yenemeyeceğimizi bile bile bütün taleplerimizi, politik alternatiflerimizi dümdüz bir duvara fırlatıp duruyoruz. Bizleri temsil edeceğini düşündüğümüz insanlar, bize benzeyeceklerine o duvara benzemeye başlıyorlar. Kimisi zaten bizzat duvarı temsil ediyor.

Basılmamış kitapları toplattıracak, tek bir gizli tanığın ifadesiyle çat tutuklamalar-gözaltılar patlatacak kadar hoyrat bir TMK, ve bu yönetmelikleri harfiyyen yerine getirecek-ve üstelik karşılığında hiçbir izahat vermeye gereksinim bile duymayacak-savcılar ve polisler..Bunu ister Ergenekon için söylediğimi düşünün, ister KCK. Veya isterseniz Türkiye'deki hapishanelerin yarısını dolduran bütün tutuklular için söylediğimi düşünün.

Hukuğun araçsallaştırılması yeni birşey değil elbet; ama bilhassa duvarın bir kısmıyla mücadele etme iddiasındaki partilerin, bu işlevsel kısma hiç dokunmaması, elleşmemesi, insanı korkunç bir karamsarlığa itiyor.

Bu ülkede rejime alternatif getireni susturuyorlar, diyor Nejat Ağırnaslı. Menşei ne olursa olsun, şiddete başvurmasına gerek yok, "acaba şöyle mi olsa" dediğiniz an kapınız çalınabilir. Tartışmaya izin verilmiyor, öneri sunmaya izin verilmiyor. Güya "konsensus"la yeni anayasa yapılacak. Bir ülkede "siyasi suç" diye birşey var, %10 barajı var..bunlar olunca konsensus olur mu a dostlar?

"Nedir bu demokratik özerklik?", diyor Gandhi Kemal, bir allahın kulu çıkıp da "Açıp okusaydınız efendim DTK'nın projesini" demiyor.

"Piskevüt" diyor Devlet Bahçeli. Buna birşey diyemiyorum.

"AKP'yi hedef almak milleti hedef almaktır" diyor RTE, alternatifsizliğin körleştirdiği bir sesle. Hiç mi çekinmiyor? Bu kadar mı güveniyor kendine? Güvenmesin de napsın, bu ülkede siyaset ilk günden beri yerlerde sürünüyor. Ve hep kendisini milletle/halkla özdeşleştirmeye çabalayan siyasetçiler, gitgide halkla alakası olmayan, kıymeti kendinden menkul birer iktidar odağı haline geliyorlar.

Yine RTE, biz de binlerce genç yürütürüz de yürütmüyoruz diye dayılanıyor. Bahçeli "bizde de bozkurtlar var höaaa" diye cevap veriyor. YGS'ye dair tepkilerini dile getirmek için sokağa dökülen liseli arkadaşlar da "Bu iş ne ara buna döndü" diye bakınıyorlar muhtemelen.

Ve tabii, bahsetmeden olmaz, bürokraside akıl almaz beceriksizlikler, muğlaklıklar baş gösteriyor sırayla. Önce YGS'de olağanüstü bir yeteneksizlik (Ali Demir, hala o makamda duruyor), sonra YSK'nın ülkeyi iç savaşa sürüklemesine ramak bırakan kararı-ve geri dönüşü-sonra şu TİB ve BTK'nın ne idüğü belirsiz düzenlemeleri. Elbette bunlar hemen bağlamlarından koparılıp genel bir "sivil dikta-über faşizm" söylemine ek malzeme olarak da kullanılıyor, o hep bildiğimiz ve alışık olduğumuz çevreler tarafından. Bu kavramları da amma rahat kullanıyoruz di mi?

Ana-akım medyamız, sadece "olmaması gereken" bişey olunca güneydoğuya bakabiliyor. Mesela bir kadın milletvekili polise el mi kaldırdı? Çullanın! Bir başka kadın "Kötü şeyler olacak" mı dedi? Davranın! Diğer zamanlarda, mesela gaz bombasıyla yaralanan bir başka kadın milletvekili bacağını kaybedecekken, veya onlarca kişi tek bir "kepçeyle" gözaltına alınırken, anlı-şanlı polisimiz "son derece orantılı bir güçle" sokaktaki adamın göğsüne kurşun sıkılırken, Ergenekon davasındaki hukuksuzlukların birebir aynısı KCK davasında da görülürken ana-akım medya suskun. Sadece patlama anlarına bakmak ve Kürt siyasetini "mutlak kötü" olarak lanse etmek peşindeler. Meclise girseler suç, Kürtçe konuşsalar suç, milletvekili adaylıkları tartışmalı, çadır kursalar bile suç..Sonra, insanlar niye dağa çıkıyor ayol, hep fakirlikten-eğitimsizlikten vesaire lafları..bu ülke insanı delirtir, yemin billah delirtir.

24 Nisan'da zorunlu olarak askerliğini yapan Sevag, günün anlam ve önemine uygun bir biçimde "şakalaşırken" öldürülüyor. Bu, zorunlu olarak askere gidip de dönemeyen kaçıncı insandır Türkiye'deki? Sayılabilir mi? Buna olsa olsa "terör par excellence" denir. TSK ne diyor bu konuda, umursamıyorum bile.

Farkındaysanız argüman falan üretmiyorum artık, belli bir sebep-sonuç ilişkisi de kurmuyorum, sadece yakınıyorum. Neden bu haldeyiz? Neden birbirimizi ezmek için nefes tüketiyoruz? Nolacak yani? Beni bile karamsar yaptınız ulan, bu ülkenin sorunları öyle seçimle, yeni anayasayla falan filan çözülmeyecek bu gidişle. Uzlaşma deseniz, bu kadar ezilmiş/sömürülmüş kitlelere, "devletimizle-hükümetimizle uzlaşın" demek de artık hakaret olur.

O squash duvarı bir şekilde kendini normal tenis kortuna bırakacak, arkadaş. Bunu devrimci bir söylem olarak almayın, ben herşeye rağmen yine reformistim de, radikal bir hareketlenme olmalı yani. Ki son birkaç aydır Ortadoğu'da gördük ki, o kadar da kırıp dökmek gerekmiyormuş. Hayatı rölantiye almak, gündelik yaşamın-sermayenin-devletin çarklarını bir süreliğine durdurmak yetiyormuş.

Biz napıyoruz? O çarkları, o devasa duvarı rakiplerimizin, bize benzemeyenlerin aleyhine kullanmaya çabalıyoruz. Ve sonuçta kimse kazanmıyor, kimse piskevüt alamıyor, hep beraber kaybediyoruz. Aferin bize.

16 Şubat 2011 Çarşamba

kurnazlık ve solculuk (2)

Referanslar demiştik..Atatürk'e referans vermeyen Türk olur mu? İşçi sınıfını en tepeye koymayan/emek-sermaye çelişkisini yegane çelişki olarak benimsemeyen bir sol olur mu?

Önceki yazımda bahsettiğim melezlik burada da ortaya çıkıyor işte. Genelde "saf" kalmayı başarmış solcuların referansları aynı kalmakta, ve bu duruş adeta bir "namusluluk" veya bir "alnı açık-başı dik" olma haline denk getirilmekte. Halbuki 30 yıl öncesiyle aynı şeyleri söyleyen bir sol, artık yeni birşey sunamıyor, her olaya aynı dar pencereden bakıyor demektir.

"Sınıf çatışması" analizi bugünkü birçok siyasi meseleyi ıskalıyor örneğin. Tıpkı "iç ve dış düşmanlar" söyleminden hareketli, soğuk savaş yıllarının anti-emperyalist jargon gibi..Bu jargon ulusalcılıkla gelenekselci solun buluşma noktası aynı zamanda..Günümüz Türkiye'sini anlatmayı/açıklamayı imkansız kılan bir söylem bu. Çünkü kapalı bir söylem..

Oysa ülkemizde (ve tüm dünyada) emek-sermaye çelişkisinin haricinde başka çelişkiler de mevcut. Kimlik sorunları, otoriter laiklik, askeri vesayet vs..Bu konularda bize hiçbişey söylemeyen, veya yüzeysel bir analizle yetinen sol, sol olabilir mi?

Eh, analiz yeterli olamayınca başvurulan merci mecburen bir takım "komplolar" oluyor. ABD'nin emrinde hükümetler var, Soros'tan, Fetullah Gülen'den sürekli para yardımı alan gazeteciler-yazarlar var vesaire..İnsanları "sorosçu-fetocu" düzeyine indirgedikten sonra, tartışmaya lüzum kalmıyor zaten, onlar hükmen yenik çünkü..(bu esnada Soner Yalçın olayı ne kadar güzel hatırlattı odatv'nin alenen hedef gösterici yayınlarını değil mi?)

Bu fetocu-sorosçu kişiler de hep kimlik üzerine, laiklik üzerine, askeri vesayet üzerine konuşuyorlar. Ne hadlerine değil mi? Üstelik kimileri kendilerini solcu olarak bile görmüyor, aralarında başörtülüler var kürtler var..Vah başımıza gelenler kısacası..

Sonuçta, solun görevi Marx-Engels-Lenin külliyatını terennüm etmenin çok ötesinde olmalı bence. Dünyanın almakta olduğu şekle uygun olarak yeni analiz yöntemleri, yeni işbirlikleri, ve hatta yeni melezlikler peşinde olmalı.

Demek istediğim şu: tarihi ve bugünü anlamanın bir sürü farklı yolu var artık. Tarih hergün yeni perspektiflerden tekrar yazılıyor. Ve her perspektif farklı bir teorik çerçeveden ele alınarak anlaşılabilir artık. Tarihi yekpare haliyle anlatabilecek bir "meta-anlatı" teorilerinin geçerliliği bulunmuyor. Hatta sözkonusu meta-anlatıların kendileri yeni tarihi okumalarının, yeni eleştirilerin hedefi olabilmekte.

Meta-anlatı demişken, TKP-ÖDP çizgisinin (nedense) sahiplendiği bir başka jargon da ilerici-gerici jargonu. Bu jargonu "cumhuriyetin kazanımları" söyleminde bulmak da mümkün. Bu sola göre AKP sadece neo-liberal iktisadi politikaların taşıyıcısı değil, aynı zamanda İslamcı-gerici bir hareketlenmenin de öznesi, ve, mazallah, cumhuriyetin kazanımlarını (onlar da neydi acaba) kaybetme riski de mevcut siyasi gündemimizde.. Peki biz melezler olarak napıyoruz? İlericiliğin meşruiyetini sorguluyoruz, 20'lerde, 30'larda ilericilik adına yapılan zulümleri sorguluyoruz. Olacak şey mi? Bunun solcu olmakla ne alakası var, di mi?

Fakat, günümüzde sol'un ayrıştığı noktalardan biri de bu..İlerici söylem hangi noktada meşrulaşır? Ehlileştiremediği kesimleri gerici olarak addettiği vakit. İlericilik her daim normatiftir, modernizmle elele olduğundan "bilinmeyen"e tahammülü yoktur. Herşeyi zaten biliyor/görüyor olma durumu, sola değil, moderniteye özgüdür aslında. Pozitif bilimin ışığında yürüyoruzdur, herkes bizimle aynı yolda, ileri doğru yürüse, sorun kalmayacaktır.

Tarihte birçok kıyımı, zulmü meşrulaştırmak için kullanılmış bir söylemdir bu. Meta-anlatıların tehlikesi de buradadır zaten. Bilim dili, ekonomi-politik dili, çok ciddi insanlık suçlarının üzerini ilerici ve ulu amaçlarla örtebilir.

Başörtüsü meselesindeki temel itirazlardan biri bu "bilinmeyene tahammül" meselesi zaten. Başı açık olan kadını tanıyabiliriz, çünkü onunla özdeşleşebiliriz..Ancak başı kapalıysa bilemiyoruz, şeriat mı istiyor, inancı öyle buyurduğu için mi takıyor, mahalle baskısı mı, başka bişey mi..Eh burada çok fazla "bilinmeyen" var, biz en iyisi buraya kendi önyargılarımızı boca edelim, İslam'a dair herşeyi bir gericilik-kötücülük eksenine oturtalım ki, zahmete girmek zorunda kalmayalım..

Sözün özü: ben solcu olmayanlarla da konuşan, solcu olmayanları da anlamaya/görmeye çalışan
bir sol arıyorum. Çünkü sol'un nihai amacının kendisini yüceltmek değil, ezilen kesimlerin dertleriyle uğraşmak olduğunu düşünüyorum..Ezilenlerle, bizzat ezenlerin ilerici dilinden konuşacaksak, işimiz zor..

12 Şubat 2011 Cumartesi

kurnazlık ve solculuk (1)

Ara sıra çok saf bir insan olduğum izlenimine kapılıyorum. Napayım, etrafımdaki biçok insan benim üzerinde uzunca bi süre düşünmem gereken şeyleri öylesine kolay biliyorlar ki...En karmaşık olaylarda bile bilgileri öylesine temiz, güvenilir ve bütüncül ki..

Aslında temel sorunum şu: siyaseten yanlış yerde duruyorum ben. "Bilenler"in yanında değilim. Ben analiz etmeye, anlamaya çalışıyorum. Oysa, özellikle de solun büyük bir kısmı, çoktan biliyor. Yeteri kadar Marx, Lenin, Engels okusaydım ben de bilirdim belki. Ama yetersizim işte.

Neyse, ironik girişleri uzun tutmamakta fayda var. Son zamanlarda yaptığım kimi siyasi tartışmalardan edindiğim izlenim şudur ki, bu ülkede sol'un ikiye ayrılmış olmasının epistemolojik bir bağlamı da mevcut. Kaba genellemeler yapmadan derdimi anlatabilir miyim bilmiyorum, o yüzden mazur görün. Ama sol.org.tr (yani TKP), Birgün (yani ÖDP) kadrosunun epistemolojik konumuyla, DSİP'in, bazı Taraf yazarlarının, Yetmez Ama Evet'çi kesimin epistemolojik konumu birbirinden epey farklı. Dolayısıyla son zamanlarda sertleşen tartışmaların bir kaynağı da bu gibime geliyor. Baştan söyleyeyim, elbette TKP-ÖDP çizgisi içinde, ve elbette DSİP-Taraf çizgisi içinde dediklerimin dışında kalan insanlar vardır, ben genel bir çerçeve üzerinden hareketle bu yazıya girişiyorum.

TKP-ÖDP çizgisinin söylemi son zamanlarda bizim tarafın (yetmez ama evet diyenlerin) "kandırıldığı" yönünde. Bu söyleme göre AKP bize referandumda ileri demokrasi vaadetmiş, bizler de (saf olduğumuz için) buna inanıp evet demişiz, ama AKP'nin kimi uygulamaları ve söylemleri demokratikleşeceği yerde otoriterleşmiş. Biz de, bir nevi, keklenmişiz. Oysa onlara uyup hayır verseydik, AKP tam tersine demokratikleşecekti...mi? Yoksa aşağı yukarı aynı tabloyla mı karşılaşacaktık? Bu bir sorunsal olarak cepte dursun.

Bu söylemin kaynağında epistemolojik varsayımları görmek çok kolay. TKP-ÖDP çizgisi, gerçekliği bütünüyle görme ve bilme yetisine sahip. "%42 sol, %58 sağ" manşetini başka türlü açıklamak imkansız çünkü. Ancak referandumun işaret ettiği nihai sonucu tam anlamıyla kavrayabilenler bu çıkarsamayı yapabilir. Ve ancak kıymeti kendinden menkul bir bilgelik MHP gibi bir partiyi sol'da konumlandırabilir.

Bu sol'a göre herşeyin zamanlaması manidar. Herşey aşırı biliniyor çünkü. Her edimin ardında daha derin bir motivasyon, gizli bir ajanda, bir takvim mevcut. Bizler, saf olduğumuz için, halkın somut taleplerine kulak veriyoruz (kürt meselesi, ermeni meselesi, başörtüsü, alevi sorunu vs). Oysa gözönünde bulundurmamız gereken şey, sözkonusu taleplerin hangi siyasi aktörlereyaradığı. Askeri vesayetle hesaplaşmak AKP'ye mi yarıyor? Öyleyse bu işte bir bit yeniği vardır. Yargı reformunu AKP mi getiriyor? Öyleyse burada yargıyı kontrol altına alma çabası vardır vs.

Bu çizginin kendisini daha "saf" Marksist addetmesi, bizim kesimi yeteri kadar solcu olmamakla suçlaması boşuna değil. Benim gibi düşünenlerin, solcu olmayan kesimlerle bazı konularda anlaşma, konuşma, hatta ittifak kurma gibi garip bir huyu var. Bunun da bizi siyaseten daha "melez" bir konuma taşıdığı muhakkak.

Dolayısıyla karşımıza iki türlü sol çıkıyor. Bir tanesi kurnaz, her türlü siyasi olayın arka planındaki çıkar ilişkilerini, gizli ajandaları tek tek tespit etme yeteneğine sahip. Nasıl mı? Referansları sağlam. Buna da değineceğim. Diğer türlü sol (yani benim de dahil olduğum) o kadar kurnaz değil, çünkü melez. Çünkü gerçekliğin sadece küçük bir kısmını algılayacağını biliyor. Çünkü gerçekliği anlamak ve anlamlandırmak için başkalarının, ötekilerin ve ötekileştirilmişlerin bakış açılarına da muhtaç olduğunu biliyor. Bu haliyle daha mütevazı elbette. Birkaç somut örneğe bakınca duruşumuz daha net ortaya çıkabilir..

Örneğin, biz melezler, başörtüsü meselesinde gönül rahatlığıyla "özgürlükçüyüz, ama salak değiliz"* diyemiyoruz. Salağız çünkü. Bir toplumsal talebin arkasındaki gerici ajandayı göremiyoruz. Onlar görüyorlar, çünkü salak değiller. Onlar, bilginin şaşmaz otoritesiyle kutsanmışlar.

Ve referandum sorunsalına geri dönecek olursak..Bugünlerde AKP'nin her yanlışı (özellikle polis şiddeti, hukuk skandalları) bu melez sol'un hanesine yazılmak isteniyor. Sanki referandumda evet diyerek biz bu olacaklara göz yummuşuz, sanki şimdi tepki gösterme hakkımız yokmuş gibi. AKP'nin kategorik olarak herşeyi yanlış, hatta kasten kötücül bir biçimde uygulayacağını varsayanlar, bizim de AKP'yi bir iyilik meleği, bir demokrasi havarisi olarak gördüğümüzü düşünüyorlar.

Problem şurada: ne yetmez ama evet'i anlamışlar, ne AKP'yi anlamışlar, ne de kendi duruşlarını. Anlamaya çalışmıyorlar, çünkü anladıklarını varsayıyorlar. Peşinen anladığını düşünen kişi, neden çaba göstersin? Yaftalayıp geç, artık o "cepheden" gelecek her türlü mesajı kendi dünya görüşüne göre yorumlayıp "bu liboş, bu gerici, bu yeterince sol değil, bu yalaka, bu yandaş" diye sıraya dizebilirsin..Sen ki herşeyi bilensin.

TKP-ÖDP çizgisini anlatırken, aslında ister istemez ulusalcı ideolojiye de değinmiş oldum. Çünkü benzer "herşeyi çoktan biliyor olma" hali, benzer pozitivist jargon ulusalcılıkta da mevcut. Buradan referanslarla ilgili bir tartışmaya geçeceğim, sıradaki yazıda..

*: Zamanında Birgün'den Melih Pekdemir'in öne sürdüğü "kurnaz duruş".

9 Ocak 2011 Pazar

müstehcen yüzyıl ve kanuni üniversite

Evet, dayanamadım, yazdım. Biraz da müstehcen bir yazı oldu, utananlar okumasın. Başlığı da alakasız attım, öyle bi dizi eleştirisi veya üniversite konusu pek beklemeden okuyunuz.

2011'in gelmesiyle ülkemizde adeta bir "patlama" yaşandı. Yok, öyle özgürleştirici, rahatlatıcı türden bir patlama değil, daha ziyade bir öfke patlaması. Zaten bizim sürekli ocakta ısınan bir düdüklü tenceremiz var, arada bir, bazı olaylar sayesinde tıssssss diye şiddetli bir buhar çıkarmaya başlıyor.

İki olay var, malum. Birincisi Bilgi Üniversitesindeki tez meselesi. Diğeri de Muhteşem Yüzyıl dizisindeki Kanuni imajı.

İlginçtir, bu ülkede pornografik içeriği ima yoluyla iletmekte hiçbir sakınca yoktur. "Bir atımlık çıtır" sloganlı, veya posterinde parmağını emen bir kızın olduğu doritos reklamları. Fatmagülün suçu ne dizisindeki malum sahnede kameranın gidip gelmesi. Bazı gazetelerin en arka sayfalarındaki manken resimleri ve yine imalı cümlelerle yaptıkları güya "açıklamalar". Bunlar hayatımızın bir parçasıdır artık, alışagelmişizdir.

Ancak, cinselliğin olanca "çıplaklığıyla" karşılaşmayıverelim.. Off, çok zararlı, çok ayıp, çok seviyesizce, çok hayvanca vs. Halbuki, şu dünya üzerinde yaşayıp da belli bir yaşın üzerinde olan insanların büyük bir çoğunluğu sevişmiştir bence. Daha da büyük bir çoğunluğu düzenli bir biçimde mastürbasyon yapmıştır/yapmaktadır. Buna canı gönülden inanıyorum. Bu nüfus ve bu porno sektörü başka bir fenomenle açıklanamaz zaten.

Peki böylesine haşır neşir olduğumuz cinselliği pis kılan, onun filme aktarılmasını neredeyse insanlık suçu mertebesine yükselten şey nedir? Üniversiteden hocaları kovdurtan, padişahlara atfedildiğinde binlerce kişinin itirazına yol açan o garip müstehcen içerik tam olarak nedir?

Bunu "kadının objeleştirilmesi" gibi bir hadiseye bağlayarak eleştirenler var. Pornoya yapılan bu itiraz, görünürde gayet temiz, feminist bir duruş olarak kabul görmekte, hatta bunu savunmayan pornocu, abaza, seviyesiz vs. diye dışlanmaktadır. Fakat bu objeleştirme nedir? Öncelikle, kadının rızası dışında mı gerçekleşmektedir? Ve o esnada erkeğe ne olmaktadır? Özneleştirme mi? Ve dahası, bu objeleştirme yukarıda bahsettiğim reklam stratejisinden bağımsız düşünülebilir mi? Bence bu konuda peşin hükümler vermeye herkes çok meraklı, kimse oturup da bu işin tarihini, gelmişini geçmişini düşünmüyor..

Kaldı ki, tamamen kadının özneleştirilmesine ve erkeğin hareketsiz itaatkarlığına dayanan, "female domination" bazında pornolar da mevcut. Onları hangi bağlamda eleştireceğiz?

Herneyse, siz orgazmlarınızı nasıl yaşıyorsunuz bilmiyorum, ama orgazm anı bir "karşılıklı objeleşme" anıdır bana kalırsa. O anda iki taraf da hiçbişeyi düşünmez, karşındaki insanın ne kadar iyi huylu, düşünceli, zeki, duyarlı olduğunu, hatta başlı başına bir "insan" olduğunu bile düşünmez. O anlarda bütün zihin tek bir amaca odaklanır; "karşındakini bir obje gibi kullan ve boşal". Zaten o kadar yoğun yaşanır ki bu an, zihnin o olay dışında kalan şeyleri düşünecek hali yoktur.

Bu an, zevkli olduğu kadar korkutucudur da..Bir anlığına olduğumuz kişi olmaktan çıkarız çünkü. Kaşlarımız çatılır, yüzümüzde ifade bile kalmaz. Dışarıdan bakan için suratımızda kızgınlıkla zevk arası bir karışım dolaşır.

Korkulan ve ayıplanan bu mudur peki? Başka insanları bu eylemi yaparken izlemek midir ayıp olan (onların rızası olsa dahi)? Veya kutsal saydığımız kişilerin de şu veya bu şekilde bir objeye dönüşmesini/ve bu dönüşümü bizzat arzulamasını mi kaldıramıyoruz?

Basbaya uyku ihtiyacı gibi birşey oysa ki..İnsanın sürekli bilinçli olması, sürekli her yaptığının farkında olması sağlıklı değil bana kalırsa. Ara sıra bilinç kapanmalı, özne olmaya ara verilmeli. Kısacası, obje olmaktan bu kadar korkmayalım. Biliyorum, Kant size şey dedi hani, insanları kendi amaçlarınıza alet etmeyin, onların da kendi isteklerine saygı gösterin falan..ama cinsellik bunun bir istisnası olamaz mı? Birbirini tatmin etmek, veya dışarıdaki bir başka insanı tatmin etmek için iki kişinin karşılıklı objeye dönüşmesi düşündüğümüz kadar korkunç mudur?

Şimdi bastırılmış cinsellik, yok efendim putlaştırılmış kişilikler gibi klişelere girmek istemiyorum. Bizim sorunumuz kendimizle dürüst olamamak. Kendimize ve kendimizi özdeşleştirdiğimiz kişilere (veya organlara?) aşırı kutsallık atfetmek. Kendi kimliksel bütünlüğümüzü ancak bu aşırı anlamlandırılmış/kutsallaştırılmış kişi ve şeylerle sağlayabilmenin getirdiği acziyet içindeyiz. Çünkü, (belki de) asla tam bir özne olamayacak olmamızın yarattığı boşluğu doldurmaya çalışıyoruz.

Evrensel kusurluluğumuzu itiraf etsek, padişahın da liderin de ergenin de benzer cinsel arzular duyduğunu ve bunları karşılamak için gözle görülür bir çaba sergilediğini kabul etsek..bunu filme almanın da dünyanın sonu olmadığını anlasak..işte bu rahatlatıcı bir "patlama" olacaktır diye düşünüyorum. O zamana kadarsa, cinsellikle dolu bir dünyada yaşayıp cinselliği açıkça gündeme getirenleri yargılamaya devam edicez sanırsam.