30 Ekim 2009 Cuma

resmi bayram vesilesiyle..

Taraf gazetesi, her zaman olduğu gibi dünkü "resmi bayramı" da kutlamadı. Böylelikle basın-yayın organlarında, internet ortamlarında ideoloji müdavimlerinin biricik hedefi olmayı sürdürdü.

Her gazeteye "resmi ideolojiyi yeniden üretme mekanizmasının" bir parçası olma görevi verilmiş çoktandır. Artık hiç kimse bir direktif vermeden, bütün gazeteler, kendiliklerinden bu "resmi bayram"ların üzerine atlıyorlar ve en büyük manşeti kim atacak, en büyük bayrağı hangi gazete verecek, en "karizmatik" siyah-beyaz Atatürk posterini kim hediye edecek diye yarışa giriyorlar. Kazanan, elbette "en vatansever gazete" olacak. Karnelerine yıldızlı pekiyi yazılacak.

Tabii sadece gazeteler değil: okullar, belediyeler, devletin en altından en üstüne her kademesi bir garip panik hali yaşıyor adeta. Onları "gözleyen" birisi var sanki, ve en ufak bir hatada, en küçük bir isteksizlik belirtisinde cezalandırılacaklar. En kötüsü de küçücük öğrenciler saatlerce ayakta bekletilip, anlamadan ezberledikleri şeyleri söylüyorlar (zorunlu din dersine karşıyken, buna da karşı olmak gerekmez mi?).

Bizde vatanı sevmekten kolay bişey yok. Elinde bayrak salla, onyıllardır söylenegelen marşları bas bas söyle, rozetini-kolyeni tak, bir de mümkünse ilkokulda ezberletilenler dışında tarih öğrenme: işte sana örnek bir vatansever! Vatan yalnızca "uğruna dökülen kan" üzerinden bir çırpıda kurulduğunda, vatan sevgisi de bayrak boyutuyla, Atatürk'e tapma oranıyla veya marş söylerken sesini yükseltebildiğin frekansla ölçülebiliyor elbette.

Tabii birçok insan bunu "görev" bilinciyle yaptığından, sorgulamayı aklından bile geçirmediğinden kendisine bir gurur vesilesi yapabiliyor bu bayram kutlama hengamesini. Ve birçok insan da gerçekten barışın, kardeşliğin, güzide rejimimizin büyük bir coşkuyla kutlandığına tanık olduğunu düşünüyor ve seviniyor. Onlara kızamıyorum, eleştiremiyorum, çünkü onlar en azından samimiler. Ben de böyle olmasını dilerdim doğrusu, ama bu durumun ülkede yaşayan 70 milyon kişi için geçerli olduğunu hiç zannetmiyorum. Bu ülkeye eşitlik geldiği zaman, ben de fener alaylarına katılabilirim. Ama hangi ülkeye, ne zaman eşitlik gelmiş? Ona da henüz cevap veremiyorum..

Peki, bu bayramlar niçin önemli? 86 yıllık "değerler" herkes tarafından paylaşılabiliyor mu? (antiparantez kendime referans vereyim-okumayanlar varsa "kazanımlarımız" başlıklı yazımı okuyunuz lütfen) Sözgelimi, bu vatanın sorunlarını çözecek irade, bu bayramlar vesilesiyle ortaya konabiliyor mu? "Kim, nerde, nasıl kutladı?" sorusunun cevabını aramaktan, ülkenin gerçek sorunlarına ayıracak vakit ve enerji kalıyor mu? Ülkenin doğusunda da batısında da "TC" dendiğinde akla aynı şeyler mi geliyor?

Cumhuriyet gazetesinin dediği gibi, sahiden: Neyi kutluyoruz? Kutlamaya değer bir cumhuriyetimiz var mı gerçekten? Eski başarıların nostaljik bir nakaratından öteye gidip de, "bakın bugün de bunları kazandık, bu başarıları elde ettik" diyebiliyor muyuz?

Eğer bir gazete, resmi bir bayramı kutlamadı diye "hain, gerici, bölücü, düşman" konumuna rahatlıkla düşüyorsa, bence bu bayramın resmiyetinde bir sorun var demektir. Faşizm konuşma zorunluluğunun yanısıra, acaba bir de "kutlama zorunluluğu" olabilir mi?

KUTLAYIN ULAN CUMHURİYETİ!

27 Ekim 2009 Salı

hassasiyet, ifade özgürlüğü ve "politik doğruculuk"

Bugünden itibaren evde olduğum her gün kısa da olsa bi yazı yazacağım desem, inanır mısınız? Ben bile kendime inanmıyorum, ama denemeye karar verdim.

Ne zamandır değinmek istediğim bir konuya Serdar Turgut'un bir yazısı ve Rojin'in tepkisi üzerine değinmeye karar verdim. "Politik doğruculuk" (politically correctness) ifade özgürlüğünü ne zaman baskı altına alır, veya ne zaman gereklidir, veya gerekli midir?

Öncelikle polemiği bilmeyenler için kısaca anlatayım: Serdar Turgut 24 Ekim'de "PKK teröristi olmadığıma pişmanım" başlıklı, bence bir hayli keyifli bir yazı yazdı. Ve alışılmış üslubuyla çeşitli fantezilerini sıraladı. Bu fanteziler arasında Rojin'i dağa kaçırmak, onunla evlenmek ve hatta seks kölesi haline getirmek dahi var. Ve bugün çıkan habere göre Rojin bu yazı yüzünden Serdar Turguta dava açacakmış. Yargılanıp da ceza alırsa, Turgut 6 aydan 4 yıla kadar hapis yatabilir.

Rojin'in açıklaması, dava açma girişiminden bile beter: "Serdar Turgut’un ‘dağa kaldırmak’, ‘seks kölesi yapmak’ gibi ağzı salyalı erkek edebiyatının en ucube cümlelerine fütursuzca kullanmaya cesaret etmesinin nedeni, benim Kürt olmam mı, hele de kadın olmam mıdır".

Doğrusu ben bu sözlerde aşırı bir alınganlık ve hassasiyet seziyorum. Öncelikle Serdar Turgut'un gözünün ucuyla görebildiği hemen her kadınla ilgili böyle fantezileri olduğuna can-ı gönülden inanıyorum. Aslında inanmıyorum, biliyorum. Çünkü yazılarını biraz takip etseniz Marge Simpson'dan Anne Bancroft'a, Özge Uzun'dan çeşitli porno yıldızlarına kadar birçok kadın hakkında çeşitli cinsel fantezilerini defalarca yazmış bir insan. Dolayısıyla bu "ağzı salyalı" cümleleri yazmasının Rojin'in etnik kimliğiyle veya cinsiyetiyle hiçbir ilgisi yok.

Peki bir insan cinsel fantezilerini, üstelik mizahi olduğu apaçık olan bir üslupla yazdı diye yargılanmalı mıdır? Hatta hapis yatmalı mıdır?

Tamam Rojin'in yaşadığı zorluklar var, bu toplumda Kürt olmanın da kadın olmanın da getirdiği fazladan mağduriyet de var. Bunun yanısıra Kürt sorununda "çözüm" arayışları da had safhada. Serdar Turgut'un buna yabancı olduğunu düşünmüyorum. Ama mizahta biraz absürdlüğe, biraz ölçüyü kaçırmaya müsade yok mu? İnsanın arada sırada, ne kadar ciddi olurlarsa olsunlar, toplumsal figürlerle dalga geçmeye hakkı yok mu? Böyle bir yazı yüzünden bir adamın 4 yıl hapis yatması, yeni bir mağduriyet yaratmak değilse nedir? Mağdur psikolojisiyle hareket edip yeni mağduriyetler yaratmak..toplum olarak içinde bulunduğumuz kısırdöngünün formülü buna benzemiyor mu?

Eğer Turgut bu yazı yüzünden ceza alırsa, Türkiye'deki ifade özgürlüğü kavramının ne kadar absürd olduğuna bir kez daha kanaat getirmiş olacağım. Zira daha geçenlerde "Her şehit için 5 DTP'li öldürülmeli" diye yazan köşeyazarı, beraat etti. Evet, bu laf ifade özgürlüğüne girebiliyor. Bence ifade özgürlüğü "şiddete teşvik" noktasında durmalıdır. Ama onun dışında gerçekten neyin hakaret, neyin hiciv olduğu konusunda oturup düşünmek gerekiyor. Bir düşüncenin ifadesi hangi koşullarda suç olabilir?

Bence Rojin'in vereceği en güzel cevap "senin çükünü keserim" olurdu. Ciddiyetle söylüyorum bunu. İfadenin cevabı, yeni bir ifade olmalıdır, doğrudan mahkeme celbi değil. Hoş, bu cevap Serdar Turgut'u belki daha bile tahrik edebilirdi ama, olsun. Herşeye aşırı hassasiyet, aşırı ciddiyetle yaklaşmak ve hayatla, kendimizle, etrafımızla dalga geçmeyi doğrudan "hakaret" olarak algılamak bizim temel sorunlarımızdan biri. Hali hazırdaki sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyoruz böyle yaparak. Hayatı, kendimizi, ideolojimizi aşırı ciddiye alıyoruz. Gelip-geçiciliğimizi, önemsizliğimizi, hayatın kısalığını "davalarımız" yüzünden unutuveriyoruz. Mizahı, fanteziyi, hep bir hor görme, aşağılama olarak algılıyoruz. Çünkü aslında korkuyoruz, ufacık bir laf, kısacık bir cümle bütün gerçekliğimizi, inandığımız bütün değerleri, en önemlisi de kimliğimizi alaşağı edebilir diye korkuyoruz. Bu yüzden, benliğimizin bir parçası haline getirdiğimiz "sürekli mağduriyet" bilincini her fırsatta yeniden körüklüyoruz, sağlamlaştırıyoruz. Haliyle hem kendimizi, hem de etrafımızdaki insanları sıkıntıya sokuyoruz.

Taraf gazetesinin geçen gün imza attığı skandaldan sonraki tavrı hoşuma gitti doğrusu. Evet, skandal büyüktü ve hatta belki yaptırımı da olabilir, ama Taraf gazetesi, NTV'nin Tarafla dalga geçen fotoğrafını kendi sayfalarına da taşıdı ve "hakettik!" yazdı. Oysa aşırı alınganlık gösterip "bu kadarı da fazla, biz ciddi bir gazeteyiz" tutumuna girebilir ve polemiği uzatabilirlerdi.

Slavoj Zizek, bir konuşmasında Saraybosnadaki en edepsiz fıkraların hep en büyük acıların yaşandığı zamanlarda ortaya çıktığını anlatıyordu. Mizah, acının, felaketin, yıkımın adeta panzehiriydi. Kişinin kendini korumasını, yaşadığı korkunç olaylarla arasına bir mesafe koymasına yarıyordu. Bizim de bu absürdlükler ülkesinde yaşananlara biraz daha mizahi bi gözle bakmamız, hiçbişey için değilse akıl sağlığımız için gerekli değil mi? Kaldı ki sürekli mağduriyet ve yenilmişlik hissiyle hareket ediyorsanız, zalimler galip gelmiş ve benliğinizi sizden almış demek değil midir?