24 Ekim 2010 Pazar

pişmemiş çocuğa mektup*

Merhaba çocuk!

Şimdi hiç kızmaca, darılmaca yok. Senin için çok güzel bir dünya hazırladık. Karşılığında da ufak tefek bazı kurallara uymanı ve bazı görevleri yerine getirmeni istiyoruz.

Bir kere, bize saygı duyacaksın, bizi hep seveceksin. Bizim seni istediğimiz gibi yetiştirmemize izin vereceksin. Bu, bizim en doğal hakkımız. Seni biz doğurduk, sen bize aitsin. Güzelce eğip bükücez, güzelce eğiticez ki vatana-millete ya da dine-imana faydalı bir zat olasın. Zaten farkedeceksin ki, biz birey yetiştirmektense nefer yetiştiriyoruz. Kendi takımımıza taraftar üretiyoruz (kanın en az iki renklidir, unutma!). Vatanımız için asker üretiyoruz. Kendi siyasi kampımız için yılmaz savunucular salıyoruz ortalığa. Ümmetimiz için imanlı gençler yaratıyoruz.Sen daha sorgulamayı, kendin için düşünmeyi öğrenmeden, biz sana neyi nasıl düşünmen gerektiğini öğretiyoruz ki, yorulmayasın.

Öyle kendini çok matah bişey zannetme yani. Kendi projektörlerimizi yansıtmamız için boş bir ekransın sadece. Bizim yapamadıklarımızı sen yapacaksın, bizim başarısız olduğumuz yerde sen başarılı olucak, bizim alamadığımız intikamı sen alacaksın.

Sen farkında değilsin ama, daha doğmadan evvel bir sözleşmeye imza attın aslında. Bizim seçtiğimiz doğruların, bizim senin için yarattığımız hayatın en iyisi olduğunu kabul ettin, bunu hiçbir şekil ve ad altında tartışmayacağına dair de söz verdin. Merak edecek bişey yok, elbette biz en doğrusunu, nasıl yaşayacağını, nasıl gülüp ağlayacağını, nelere/nasıl inanacağını belirledik. Kendimizin küçük versiyonları, bu dünyaya verebileceğimiz en güzel hediyelerdir çünkü. Baksana, ne kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Biz, hepimiz, bütün insanlar, kendi konumumuzun, kendi kimliğimizin en doğrusu, en makbulü olduğu konusunda hemfikiriz. Konumlarımızın ve kimliklerimizin farklı olduğuna bakma. Biz haklıyız işte, sorgulama!

Biz bir aileyiz evladım. Bu dünyada en kutsal şey bölünmez bütünlüktür. Bizi bölme evladım. Bizden farklı düşünme. Bize ihanet etme, evlatlıktan reddetme hakkımız var seni. Bu, o başlangıçtaki sözleşmenin feshedilmesidir. Cezaları kocamandır. Aidiyetin olmadan, sen bir hiçsin çocuk!

Bizim inançlarımızı harfiyen tekrarladığın müddetçe sorun yok evladım. Bu, inançlarımızın ne kadar doğru olduğuna bizi bir kez daha ikna etmeye yarıyor, o yüzden önemli. Bizim mutluluğumuz senin de mutluluğun. Allah'a otomatikman inan zaten. Atatürk dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük liderdir, inan. Bizim atalarımız, generallerimiz, dedelerimiz, peygamberlerimiz, devlet büyüklerimiz falan hep çok güzel işler yaptılar, hepsini aileden kabul et, hiçbir dediklerini sakın ha sorgulama. Biz sana en güzel hayatı dayatıyoruz yavrum, bu insanlar da aynı şekilde bize dayatmışlardı, biz de mutlu mesut yaşayıp geldik bu günlere işte. Kutsal kitapları ezberle, marşları ezberle, duaları ezberle, yürümeyi öğrendikten hemen sonra uygun adımı öğrenmelisin.

Cinsel organların bizim için hayati önemdedir çocuk. Eğer erkeksen arada bir çıkarıp göstericez seninkini amcalara. Pipin bizim gururumuz. Ama biz varken yapabilirsin bunu, sakın öyle uluorta çıkarıp sallayayım falan deme. Eğer kızsan, belli bir yaşa gelinceye kadar (biz sana o yaşı söyleriz) sakın orana burana dokunma bile! Mesela, tam ayıp yerlerinin orda bir zar var, o zarı hayatın pahasına koruyacaksın. Korumadıysan bile korumuş gibi davranacaksın, bizi üzmemek için. Ayrıca, öyle herkesle arkadaş-sevgili falan olma sakın. Beğenmediğimiz, bizim görüşlerimize uymayan birileriyle beraber olursan da seni dışlama, aşağılama hakkını saklı tutarız. Biz senin iyiliğini mutluluğunu düşünüyoruz yavrum. Bizi üzersen mutlu olamazsın. Sonra bi bakmışsın biriyle flört ettin diye, hop, seni öldürüvermişiz! Töre bu yavrum, sözleşmede yazıyo töreye riayet edeceğin. Gelenekler/görenekler önemlidir. Bölünmez bütün gibidir.

Evet, bu genel çerçeve içinde düşünmeden, sorgulamadan yaşarsan bizi mutlu edersin. Bize ait olduğun müddetçe hepimiz mutlu oluruz. Bizi mutsuz edersen, başına geleceklerden sen sorumlusun, biricik evladım.

*: Yazının başlığı Yiğit Özgür'ün bu haftaki Uykusuz dergisindeki bir karikatüründen alınmıştır.

8 Ekim 2010 Cuma

bir kuruluş hikayesi..

Bugün Tayyip Erdoğan kalksa dese ki, "Türkiye'nin son 8 yılının tarihini yazıcam, 3 Kasım 2002'den başlıyorum, bugüne dek" dese..Kendi keyfince seçtiği bilgi ve belgeleri sıralasa, kendi muhaliflerine de her fırsatta verip veriştirse, onları hainlikle, döneklikle, aptallıkla suçlasa. Kitabın adı da, ne bileyim, Hitabet olsa..Ne düşünürsünüz? Tarihi bir referans olarak kabul eder misiniz? Bir siyasetçinin tarih yazımına ne ölçüde güvenirsiniz?

Ama bi saniye..Biz bugün okullarda öğretilen tarihi (bir diğer adıyla devletçe sahiplenilen resmi tarihi) tam olarak da bu minvalde yazılmış bir kitaba endekslemiş vaziyette değil miyiz? "Nutuk", 19 Kasım 1919'dan başlar, 1925'e kadar geçen olayları anlatır. Tam da yukarıda örneğini verdiğim tarzda yazılmıştır. Ancak, kutsal bir kitap gibidir, her fırsatta alıntılanır, her fırsatta okunması salık verilir..Çünkü "objektif" olacağı varsayılmıştır. Eksiksiz olacağı öngörülmüştür. Cumhuriyet'in tarihini anlamak için, ona başvurmak gerekir falan filan.

Aslında tümüyle yanlış değil bu, gerçekten de Cumhuriyet'in varsaydığı tarihi ve özellikle de bu tarihin dayandığı ideolojiyi gözlemlemek için Nutuk benzersiz bir kaynaktır. Üstelik bu kitapta görülen üslubu, tepeden bakmacı anlayışı, "en doğrusunu ben bildim-ben yaptım (ve diğer herkes gaflet-dalalet içindeydi)" düsturunun devamını bugün hala izlemekteyiz şu veya bu kesimde.

Peki, nedir bizim objektif hikayemiz? Nasıl anlatabiliriz?

Şu bir gerçek ki, tarih, kimin anlattığına göre değişir. Belki tarihe dair kaçınılmaz bir çelişkidir bu. Ermenilerin 1915'iyle Türklerinki çok farklıdır mesela. Veya Marksistlerin anlatacağı Cumhuriyet, ülkücülerinkinden epeyce farklıdır.

Peki gerçekten bütün kesimlerin tarihlerini dinleyip, hepsini eşit ölçüde değerlendirip, ne etliye ne sütlüye karışmayan orta halli bir tarih anlatısı mı bellemeliyiz? Yoksa bazı anlatılara imtiyaz tanımalı, diğerlerine de mesafeli mi yaklaşmalıyız? Bu sorunun cevabı, aslında nasıl bir gelecek istediğimizi, birbirimizle nasıl tanışacağımızı, nasıl anlaşacağımızı da belirleyecek nitelikte. Çünkü inkardan ikrara doğru ilerledikçe, tarih boyunca ötekileştirilmiş kesimlerle tanışmak-konuşmak-müzakere etmek-dertleşmek mümkün olacak.

Objektif bir tarihe inanmıyorum. Tarihi her anlattığımızda yeniden kurguluyoruz, işimize yaramayan tarafları es geçiyoruz, argümanımızı destekleyen yönlerini büyük puntolarla yazıyoruz..(Ben de bunu yapıyorum, inkar edecek değilim. Çünkü tarih anlatısının muhakkak siyasi sonuçları vardır.) Örneğin, bu ülkedeki inkılap tarihi derslerine göz atın. En detaylı, en uzun anlatılan kısımlar 1919-1923 arası, yani Kurtuluş Savaşı'dır. Öncesine veya sonrasına çok az değinilir, çünkü oralarda "tehlikeli bölgeler" vardır. Zulümler, baskılar, tehcirler, katliamlar vardır. Aradaysa Türk milletinin bir kahramanlık destanı, yedi düvele başkaldıran müthiş bir özveriyle kotarılmış bir milli başarı hikayesi mevcuttur, değil mi? (özverisiz olana darağacı yolu görünürdü tabi). Eh, bu mudur yani tarih? Öncesiyle sonrasını anlamadan, ortasını hakkıyla değerlendirebilir miyiz? Savaş kazanmakla bitiyor mu yani olay? Biz asker milletiz mitiyle beslene beslene tarih algımızı da buna indirgedik. Yoksa, iş orada bitmiyor elbette..

Öyleyse, bizim önce söylenmemiş/anlatıl(a)mamış olana dönmemiz gerekiyor. Dillendirilmeyen, dillendirilmesi engellenen bir tarih var. Bu, temelde yüzleşmemiz gereken olaylarla (elbette soykırım, elbette Türkleştirme politikaları, elbette katliamlar) elele bir tarih. Tabii bu olayları "vah vah, tüh tüh çok üzüldük" gibisinden yüzeyselce bir ele alış olmamalı bu, nedenleri ve sonuçlarıyla, bugüne yansımalarıyla, ve hatta bugün kronikleşmiş dediğimiz sorunların da analiziyle birlikte ele alınmalı.

Bu bir ütopya tabii ki..Hangi ulus-devlet böyle bir tarih anlayışını benimsemiş ki biz benimseyelim? Ancak dibe vuranlar, altüst olup yeniden kurulan devletler akıl etmiş tarihle yüzleşmeyi..Biz yıkılmadık ki? Bir bakıma Osmanlı'daki egemenlik anlayışı, Cumhuriyet'e devredildi. Devletin günlük hayata etkisi Cumhuriyetle beraber kat be kat arttı. Güç, tek bir kimlikte toplandı. Özür dileyecek bişey yoktu, yanlış yapılmamıştı, "amaca" ulaşılmıştı zaten.

Modernite de bir amaçtı, asla süreç değildi. Şöyle şöyle giyinip, böyle böyle yazınca modern olunuyordu. Halk 600 yıldır başka türlü yaşıyordu ama kendi modernitelerini kendilerinin bulup yaşaması beklenemezdi. Acelemiz vardı, muasır medeniyetler bizi bekliyordu..Bugün hala aynı dertten, aynı kısır modernite anlayışından muzdarip olmamız sizi de bunaltmıyor mu?

Kısacası, büyük Türk düşünür fatih altaylının her gün sorduğu gibi, ne zaman adam oluruz? Nutuk'u eksiksiz bir tarihi metin olarak okumak yerine eleştirel bir biçimde okuduğumuz zaman.

2 Ekim 2010 Cumartesi

bıkınıyorum

Yazmiyim diyorum, biraz uzak durayım diyorum ama..olmuyor işte, içine çekiyor beni gündem..ve bakıyorum yine onca güzel şeyle onca boktan durum bir arada. Türkiye bu işte. bir yandan sürekli batarken öte yandan sürekli yükselen ve bu yüzden de hep yerinde sayan bir ülke..

Korku imparatorluğu deniyor mesela. Bence yanlış bir isimlendirme. Korku cumhuriyeti çok daha uygun. Çünkü burada korkuyu yayma özgürlüğü kadar hoyratça kullanılan bir özgürlük yok. Herkes korkulardan bahsettiği müddetçe sonuna dek özgür. Ama barıştan bahsedersen cıss. Yassah.

Muhalifler susturuluyormuş diye duydum..Girin bir kitapçıya, karşınızda, hem de çok satanlar listesinde "Takunyalı Führer", veya "Bilmemkimin Gül'ü"..Sonra hakkında en çok dava açılan gazetelere ve gazetecilere bakın; Zaman, Star, Taraf..Evet, muhalifler susturuluyor gerçekten de..Riyakarlığın farkında mısınız?

Ama susturulan bişey var, internet. Vimeo kapatılmış bu sefer de. Dün de az kalsın Facebook kapanıyormuş. Gerçi ülkedeki üretim gücünün %90 oranında artmasına yol açabilirdi o yasak ama, olsun, karşısındayız!

Dünün işkencecisi bugün en kahraman Rıdvan oluveriyor. Bu adam yıllarca emniyet müdürlüğü yaparken cemaat'in ce-eee'sine dahi bir soruşturma açtırmamış, ama caaart bi kitap yazıyor Kemalizmin şanlı tarihine adını altın harflerle yazdırıveriyor. Tutuklanması da cila oluyor tabii, hiç bu adam napmış, belgeleri açıklıcam demiş de şimdi niye susmuş düşünülmüyor... O, kafamızdaki cemaat komplolarına cuk oturdu, lütfen ses etmeyiniz.

Haşim Kılıç "İlk üç madde değişebilir" deme cüretini gösterdi, bütün partiler kınama yarışına girdi ve bir kez daha AKP'nin değişim iradesinin ne kadar zayıf olduğunu gördük. İlk üç maddeye dokunmadan değişecekse anayasa, bunca tantana niyedir burhan kuzum? Darbe anayasasına karşıysak, ilk üç maddesine de karşı değil miyiz? Ben anlamıyor.

Bu arada kimse sizden anadilde eğitim beklemesinmiş. OK. Siz de Kürt sorununun çözülmesini beklemeyin o halde. PKK sonsuz kere ateşkes ilan etse de Kürt sorunu baki kalır, bunu anlayamadık mı ki hala?

Anlayamadık. Batıda modernite yerleşik otoriteye karşı yükselmişti. Burada, iktidarla modernite eleleydi. Birşeylerin ters gideceğini tahmin etmediniz mi ey damarlarında asil kanlar dolaştıran arkadaşlar? Bastırılan, geri döner işte hep, Freud amcanın dediği gibi. Ne kadar çok bastırılırsa, o kadar şiddetle geri döner hem de. Bu ülkede açıkça dindar olmak bastırıldı, Kürt olmak bastırıldı, hatta kısacası Türk olmayan herşey bastırıldı..Şimdi, babalar gibi geri dönüyorlar işte ve Türkler kendilerini azınlık gibi hissettiklerinden yakınıyorlar. İyidir, empati güzel bişeydir. Bu ülkede (kimi zaman sayıca fazla olunsa da) azınlık olmanın nasıl bir şey olduğunun çok iyi anlaşılması lazım zaten. İnsanlara dindar olma izni verilecek, Kürt olma izni verilecek, Ermeni olma izni verilecek..bu insanların çocuklarına istedikleri gibi bir eğitim vermeleri sağlanacak. Bu insanların yaşadıkları acılar, baskılar tanınacak. Kısacası, biz Türkler utanıcaz, başımızı öne eğip bi susucaz, bi dinlicez. Başka türlü bu sorunlarımız bitmez, bitebilemez.

Neyse, Abdullah Gül bişeyleri anlamış görünüyor yer yer. Yeter mi? Yetmez. Ama?