8 Ekim 2010 Cuma

bir kuruluş hikayesi..

Bugün Tayyip Erdoğan kalksa dese ki, "Türkiye'nin son 8 yılının tarihini yazıcam, 3 Kasım 2002'den başlıyorum, bugüne dek" dese..Kendi keyfince seçtiği bilgi ve belgeleri sıralasa, kendi muhaliflerine de her fırsatta verip veriştirse, onları hainlikle, döneklikle, aptallıkla suçlasa. Kitabın adı da, ne bileyim, Hitabet olsa..Ne düşünürsünüz? Tarihi bir referans olarak kabul eder misiniz? Bir siyasetçinin tarih yazımına ne ölçüde güvenirsiniz?

Ama bi saniye..Biz bugün okullarda öğretilen tarihi (bir diğer adıyla devletçe sahiplenilen resmi tarihi) tam olarak da bu minvalde yazılmış bir kitaba endekslemiş vaziyette değil miyiz? "Nutuk", 19 Kasım 1919'dan başlar, 1925'e kadar geçen olayları anlatır. Tam da yukarıda örneğini verdiğim tarzda yazılmıştır. Ancak, kutsal bir kitap gibidir, her fırsatta alıntılanır, her fırsatta okunması salık verilir..Çünkü "objektif" olacağı varsayılmıştır. Eksiksiz olacağı öngörülmüştür. Cumhuriyet'in tarihini anlamak için, ona başvurmak gerekir falan filan.

Aslında tümüyle yanlış değil bu, gerçekten de Cumhuriyet'in varsaydığı tarihi ve özellikle de bu tarihin dayandığı ideolojiyi gözlemlemek için Nutuk benzersiz bir kaynaktır. Üstelik bu kitapta görülen üslubu, tepeden bakmacı anlayışı, "en doğrusunu ben bildim-ben yaptım (ve diğer herkes gaflet-dalalet içindeydi)" düsturunun devamını bugün hala izlemekteyiz şu veya bu kesimde.

Peki, nedir bizim objektif hikayemiz? Nasıl anlatabiliriz?

Şu bir gerçek ki, tarih, kimin anlattığına göre değişir. Belki tarihe dair kaçınılmaz bir çelişkidir bu. Ermenilerin 1915'iyle Türklerinki çok farklıdır mesela. Veya Marksistlerin anlatacağı Cumhuriyet, ülkücülerinkinden epeyce farklıdır.

Peki gerçekten bütün kesimlerin tarihlerini dinleyip, hepsini eşit ölçüde değerlendirip, ne etliye ne sütlüye karışmayan orta halli bir tarih anlatısı mı bellemeliyiz? Yoksa bazı anlatılara imtiyaz tanımalı, diğerlerine de mesafeli mi yaklaşmalıyız? Bu sorunun cevabı, aslında nasıl bir gelecek istediğimizi, birbirimizle nasıl tanışacağımızı, nasıl anlaşacağımızı da belirleyecek nitelikte. Çünkü inkardan ikrara doğru ilerledikçe, tarih boyunca ötekileştirilmiş kesimlerle tanışmak-konuşmak-müzakere etmek-dertleşmek mümkün olacak.

Objektif bir tarihe inanmıyorum. Tarihi her anlattığımızda yeniden kurguluyoruz, işimize yaramayan tarafları es geçiyoruz, argümanımızı destekleyen yönlerini büyük puntolarla yazıyoruz..(Ben de bunu yapıyorum, inkar edecek değilim. Çünkü tarih anlatısının muhakkak siyasi sonuçları vardır.) Örneğin, bu ülkedeki inkılap tarihi derslerine göz atın. En detaylı, en uzun anlatılan kısımlar 1919-1923 arası, yani Kurtuluş Savaşı'dır. Öncesine veya sonrasına çok az değinilir, çünkü oralarda "tehlikeli bölgeler" vardır. Zulümler, baskılar, tehcirler, katliamlar vardır. Aradaysa Türk milletinin bir kahramanlık destanı, yedi düvele başkaldıran müthiş bir özveriyle kotarılmış bir milli başarı hikayesi mevcuttur, değil mi? (özverisiz olana darağacı yolu görünürdü tabi). Eh, bu mudur yani tarih? Öncesiyle sonrasını anlamadan, ortasını hakkıyla değerlendirebilir miyiz? Savaş kazanmakla bitiyor mu yani olay? Biz asker milletiz mitiyle beslene beslene tarih algımızı da buna indirgedik. Yoksa, iş orada bitmiyor elbette..

Öyleyse, bizim önce söylenmemiş/anlatıl(a)mamış olana dönmemiz gerekiyor. Dillendirilmeyen, dillendirilmesi engellenen bir tarih var. Bu, temelde yüzleşmemiz gereken olaylarla (elbette soykırım, elbette Türkleştirme politikaları, elbette katliamlar) elele bir tarih. Tabii bu olayları "vah vah, tüh tüh çok üzüldük" gibisinden yüzeyselce bir ele alış olmamalı bu, nedenleri ve sonuçlarıyla, bugüne yansımalarıyla, ve hatta bugün kronikleşmiş dediğimiz sorunların da analiziyle birlikte ele alınmalı.

Bu bir ütopya tabii ki..Hangi ulus-devlet böyle bir tarih anlayışını benimsemiş ki biz benimseyelim? Ancak dibe vuranlar, altüst olup yeniden kurulan devletler akıl etmiş tarihle yüzleşmeyi..Biz yıkılmadık ki? Bir bakıma Osmanlı'daki egemenlik anlayışı, Cumhuriyet'e devredildi. Devletin günlük hayata etkisi Cumhuriyetle beraber kat be kat arttı. Güç, tek bir kimlikte toplandı. Özür dileyecek bişey yoktu, yanlış yapılmamıştı, "amaca" ulaşılmıştı zaten.

Modernite de bir amaçtı, asla süreç değildi. Şöyle şöyle giyinip, böyle böyle yazınca modern olunuyordu. Halk 600 yıldır başka türlü yaşıyordu ama kendi modernitelerini kendilerinin bulup yaşaması beklenemezdi. Acelemiz vardı, muasır medeniyetler bizi bekliyordu..Bugün hala aynı dertten, aynı kısır modernite anlayışından muzdarip olmamız sizi de bunaltmıyor mu?

Kısacası, büyük Türk düşünür fatih altaylının her gün sorduğu gibi, ne zaman adam oluruz? Nutuk'u eksiksiz bir tarihi metin olarak okumak yerine eleştirel bir biçimde okuduğumuz zaman.

Hiç yorum yok: