İçmek unutmak mıdır, yoksa hatırlamak mı? Unutmadan yaşanmaz orası kesin. Eh, oradan yola çıkıp içmeden de yaşanmaz sonucuna varmak zor değil..o halde içki bende unutturucu bir etkiye sahip diyebilirim başlangıç olarak.
Peki nasıl yaşamalı? Burada esas öne çıkan soru şu: Hayat yaşamaya değer mi? Daha doğrusu, "hangi" hayat yaşamaya değer?
Günü gün ederek, nerde akşam orda sabah, gelişigüzel, doğaçlama, başına buyruk, hiçbişeyi takmadan, hiçbişeye üzülmeden..böyle rahat bir yaşantı var mı bir yerlerde? Mesela köylere kaçsak, dağlara çıksak? Bu şehirler mi yüzümüzü griye boyadı? Belki bu tıkış tıkış yerlerden uzaklaşsak stresten, kaygılardan, yalnızlıktan arınır mıyız?
Yoksa herşeyi en ince detayına kadar düşünüp, planlayıp, büyük hedefler belirleyerek ve onlar için elimizden geleni yaparak mı yaşamalı? Büyük bir amaç uğruna emek vermenin, kendinden büyük bişeyin parçası olmanın yatıştırıcı etkisiyle, aynı amaç uğruna çalışan bir kalabalığın parçası olmaktan duyulan ailevi bir bağlılıkla devam edilebilir mi hayata?
İkisinin ortası bir hayat düşünülebilir mi?
"Hayatla ilgili en önemli soru, intihardır." demiş Albert Camus.
Peki intiharı düşünmeden yaşanır mı? Hangimiz kurgulamadık böyle bişeyi? Hangimiz hayatımızın her anında kendimizi "bütün" hissedebildik? Bütün bu ilişki kurma, temas etme, sevişme, çocuk yapma, aidiyet hissetme çabamız bundan mı? İntihar etmemek için mi hayatta birilerine tutunmaya çalışıyoruz? Hayatımızda mutlaka birilerinin olmasını istememiz, ama aslında çoğunu da zannettiğimiz kadar çok sevmememiz nasıl açıklanabilir ki?
İki insan arasında daima bir mesafe olur. Bu bir güvenlik bariyeridir. İşler ters gittiğinde, ilişki sekteye uğradığında, o bariyer öne çıkar, abartılır, dikkatle kavganın ortasına yerleştirilir. Artık iki taraf da kendi hataları için suçlayacak bir nesne bulmuştur. Ah, kolaycılık..
Hayat karşısında alçakgönüllü olmak iyidir diye düşünüyorum. Bazen aylarca bişeyin hayalini kurarsınız, bir plan yaparsınız, gelecekle ilgili güzel düşler kurarsınız. Ancak ufak bir tesadüf, hiç akla gelmeyen bir ihtimalin gerçekleştirmesi, bütün beklentilerinizi boşa çıkarmaya yetebilir. Bu durumda, kime kızılır? Kime küfredilir? Kızmak veya küfretmek neyi değiştirir? Değiştiremeyeceğimiz şeylerin olduğunu kabullenmek de önemlidir.
Ama hayal kurmanın güzelliği olmadan yaşanır mı? Herşeyin bir gün mutlaka tam istediğimiz gibi olacağını düşünmeden, nasıl yaşamaya devam edebiliriz? Birbirinden sıkıcı derslere girip, birbirinden sıkıcı işlerde çalışıp, birbirinden sıkıcı ilişkiler yaşayıp nasıl hala geleceğe dair umut beslemeye, her sabah yeni ve berbat bir güne uyanmaya devam edebiliriz?
"Hergün yeni bir gün" diyerek, veya "bugün hayatının geri kalanının ilk günü" diyerek huzur bulunabilir mi? Yoksa bize gereken bir devamlılık ilüzyonu mu? O ilüzyon kaybolduğunda çekilen acı, devam ederken hissedilen huzura değer mi?
Acaba refleks olarak, farkına varır varmaz unutur muyuz o an hayatımızın hiç de istediğimiz gibi gitmediğini? Sanki beynimiz kendini aşırı üzüntüden korumak için bazı şeyleri unutmaya, bastırmaya programlanır kendiliğinden. Başka şeylere odaklanırız, başka meseleler düşünürüz, konsantrasyonumuzu o an hiç de önemi olmayan düşüncelere, insanlara, olaylara çeviririz.
"Dünya kusursuz olmadığı için sanatçılar vardır" demiş Andrei Tarkovsky.
Belki de hepimizi kurtaracak olan budur; kendi kafamızdaki dünyayı mükemmelleştirmeye çalışmak, hayata dair, ölüme dair, aşka dair fikirlerimizi ve duygularımızı ortaya koymak..Üzüntümüzden, eksikliğimizden, kusurluluğumuzdan bir eser yaratmak, onu başkalarına anlatmak, başkalarında kendimizi, kendimizde de başkalarını bulmaktır belki de bizi kurtaracak olan..
Arasıra içip unutarak, arasıra kızıp bağırarak, arasıra gülüp boşvererek, arasıra hiç ama hiç önemsemeden, arasıra en ufak bir sorunu ölüm-kalım meselesi haline getirerek yaşamak..ama hep nefes alarak, hep deneyerek yaşamak.
Bunu kaçımız becerebiliriz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder