Önce faşizmi bilindik şekliyle, bir "konuşma zorunluluğu" olarak tanımlayalım. Vatanı-lideri-partiyi sevmeniz yetmez, o sevgiyi her daim her yerde göstermekle yükümlüsünüzdür. Faşizan ideolojinin dilinden konuşmazsanız, ezberlenmesi gereken nutukları her fırsatta tekrarlamazsanız, vatanı-lideri-partiyi sevmiyorsunuz demektir.
İlişkilerde de "seni seviyorum" faşizmi çok sık rastlanan bir durum bana kalırsa. Yaşadıklarımızın sığlığından mıdır, özgüven eksikliğinden midir bilemiyorum, ancak çoğu ilişkide "seni seviyorum" sözcüğü zamanla bir zorunluluğa, birşeyleri ispat etme çabasına dönüşür. Sevgi dile getirilmediği zaman sevgilide gizli bir şüphe oluşuverir; acaba beni artık sevmiyor mu şüphesi..Bu da beraberinde tartışmaları, güven sorunlarını getirir. Üstelik sevgi, daima karşı tarafın beklediği şekilde ifade edilmelidir, kendinizce yeni bir dil oluşturmanız, farklı bir şekilde sevginizi ifade etmeye çalışmanız, "yetersiz" bulunacaktır. Burada sevginin yanında bir "dil" faşizmi de sözkonusudur.
Ayriyeten her daim sevginin "dile gelmesi" yani sözcüklere dökülmesi gerekiyorsa, o ilişkide sevgi başka yollardan anlatılamıyor demektir. Sanırım internet ve cep telefonu denen icatlarla beraber mimikleri, bakışmaları, dokunuşları bir kenara bırakıp ilişkilerimizdeki bütün iletişimi ve sevgi paylaşımını kelimelere yükledik. Eh, kelimelerin de bir sınırı var!
Gelelim kapitalizme..ilk çağlar hakkında resmedilen bir "kadınını saçından tutup sürükleyen mağara adamı" imgesi vardır. Günümüzde de bu adamdan çok öteye gidebilmiş değiliz bana kalırsa. Ne kadar özgürlükçü, demokrat, paylaşımcı olursak olalım, mesele "sevgiliye" geldiğinde aslan kesiliyoruz. Bu konu bazı ilişkilerde o kadar çok vakit alıyor ki..kıskanıyoruz, sorguya çekiyoruz, trip atıyoruz, ayar veriyoruz, mesajlarını-maillerini kontrol etmeye uğraşıyoruz..boşu boşuna binbir türlü sıkıntı yaşıyor ve yaşatıyoruz. O halde burada modernliğin erişemediği içgüdüsel bir davranış kalıbı sözkonusu. Bunu kırmaktan aciz miyiz? Üzülmekten, güvenip yanılmaktan bu kadar mı çok korkuyoruz?
Tabii esas korktuğumuz şey sadakatsizlik değil, o sadakatsizliğin "neden" gerçekleştiğidir..bu korkunç soru, bizi kaçınılmaz olarak kendi benliğimizle yüzleşmeye yöneltir. Neden "ben" aldatıldım?Yeteri kadar yakışıklı/güzel değil miyim? Yatakta benden daha iyi birisine mi rastladı? Onu mutlu etmekten aciz miyim? Ancak tam tersi durumda olmaktan, yani aldatan insanın "aldatma nesnesi" olmaktan hiç gocunmayız. Sevgilisi üzerine bizi tercih etmiştir işte, bu bir ego şenliğidir artık!
Kısacası özgüven eksikliğimiz bizi kıskanç olmaya itiyor. Halbuki, ne olacak? Gerçekten de, şöyle bir düşünecek olursak herkes herkesten daha iyi sevişebilir..Birisinin çok çirkin bulduğunu, bir diğeri acaip güzel bulabilir. Kendimizi bulunmaz hint kumaşı sanmak da, üzerine sıçmaya değmez bir klozet gibi görmek de yanlış bence. Biz neysek oyuz. Bizi tercih edenlerin de, aldatanların da kendilerince sebepleri mevcuttu. Onları belki asla anlayamayız, hatta ömrümüzün sonuna kadar için için nefret de besleriz ama ne kendimize, ne de karşımızdakine, ne yaşamış olursak olalım "eternal damnation" yaşatma hakkımız yok. Alt tarafı insanız..
Bu yazı vesilesiyle buradan bütün anarşistlere soruyorum, Bakunin adına cevap verin, siz sevgilinizi paylaşır mıydınız? Ona hiç emir vermeden, hiç düzeltmeye çalışmadan yaşar mıydınız? Yoksa bir mülk gibi sahiplenir, onu elde tutmak için gerekirse dövüşür müydünüz?
Herkesin yeni yılını kutlar, pürüzsüz ilişkiler dilerim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder