Bazen kendimi yersiz-yurtsuz hissediyorum.
Mesela yabancı biri TC'yi eleştirdiğinde, ister istemez savunmaya geçiyorum, "ama fransada böyle oldu, almanyada şöyle oldu" diyorum. Başka bir yerde TC'yi eleştirirsem bu sefer türk arkadaşlarım, ya da akrabalarım "fransada böyle, almanyada şöyle oldu" diyor. Acaba kendi suçlarımızı başkalarının suçlarıyla örtmeye çalışmak biraz boşuna mı? Bu milliyetçi çarpıtmayı hepimiz kullanıyor muyuz? Kimden kaçıyoruz? Neyi saklıyoruz?
Bir ulus nasıl oluşturulur? Bir ulus-devlet nasıl kurulur? Bu kurma aşamasında neler yaşanmıştır? Bunlar sonradan nasıl hasıraltı edilmiştir? Acaba bizim kimliğimize devlet çok mu bulaşmış? Devleti parlattıkça, kendimizi de parlattığımızı mı düşünüyoruz? Ve devletimizi eleştirenler, gıyabımızda bizi de mi eleştiriyor?
Hiçbir ülke göremiyorum ki vatandaşları eşit ve özgür yaşayagelmiş olsun. Ne küba, ne venezuela, ne abd, ne ab, ne çin, ne japonya, ne de türkiye.. Bütün ülkeler, kendi çıkarları ve mevcudiyetleri uğruna binlerce, belki milyonlarca insana her türlü zulmü reva görmüş. Bu kuralı bozabilecek bir istisna dahi yok. Devletler, adeta çeşit çeşit mağduriyetin (pogrom, soykırım, sosyal adaletsizlik, işkence, sürgün, mübadele, savaş) sergilendiği birer müze haline gelmişler. Dahası, tamamen keyfi, tamamen savaşlara dayalı sınırlar çizerek evrenselliği, tanışmayı, kaynaşmayı imkansız hale getirmişler. Böyle olunca ben de kendimi hiçbir ülkeye ait hissedemiyorum. Sadece toprağa ait hissediyorum. Sahiden, tarihte adil bir devlet olmuş mu? Belki de adil devlet, yalnızca bir oxymoron.
Ama bu kadar ağlamak yeter..Çözüm nedir? Devletin tasfiyesi mi? Devlete savaş açmak mı? Bütün kurumları reddetmek mi? İnzivaya çekilmek mi?
Peki devleti, ulusçuluğu, kapitalizmi, (hadi klasik solcuları da kırmayayım) emperyalizmi insandan bağımsız entity'ler şeklinde düşünerek onlarla mücadele etmek mümkün mü? İnsanların kontrol etmediği, ve tam tersine artık onları kontrol eden bir mega-sistem mi sözkonusu? Yoksa kapitalizmle savaşmak için, onu yürüten ve ilerleten herkesle savaşmamız mı gerekiyor?
Bu soruya verilecek klasik cevap elbette bir devrim. Ve nihayetinde anarşizm veya komünizm. Merak etmeyin "denendi ama olmadı abicim, geçti o devir" tadında klişe serzenişlerde bulunmayacağım. Elimizde hiç değilse bir prensip var (eşitlik ve adalet(hukuk değil, adalet!)), bunu yeniden üretmek, günümüze uyarlamak, farklı versiyonlarını üretmek mümkündür her zaman. Kapitalizmin yol açtığı mağduriyetle, komünizme gitmeye çalışan devletlerin yol açtığı mağduriyeti de kıyaslamayacağım. Apaçık ortada ki, rejimler üstü, ideolojiler üstü bir yanlışlık var ortada. Onu gidermeden, hangi yolu tutturursak tutturalım, adil ve eşit olmak mümkün olamayacak.
Peki bu yanlışlığın adını koymak mümkün mü? Genetiğimize kadar işlemiş bir iktidar mı?Bir bilgi hiyerarşisi mi? Üretim süreçlerinin dikte ettiği sınıflaşma mı? Hiçbir zaman eşit olamayacağımızı kendi kendimize çoktan itiraf etmiş olmamız mı? Böyle bir adımı atmamızı engelleyen bir "insan özü" gerçekten var mı, yoksa bu da bizi kaderimize razı etmek için inşa edilmiş bir öz mü?
Peki, son raddede bize gereken nedir? Yeni bir yol mu, iktidarı dışlayan bir düzen mi? Barışçı bir yol mu? Bu da dünya tarihi gözönüne alındığında çok naif bir girişim olur..
Öyleyse napalım? Şimdilik bilmiyorum. Elimde "şunu şunu yaparsak kurtuluruz" şeklinde sihirli bir formül yok. Ama en azından düşünmeye başlamamız, ya da düşünmeye başlamamız gerektiğinin farkına varmamız bile önemli sanırım.
Bu minvalde herkese 3 Aralıkta Boğaziçi Üniverstesindeki Slavoj Zizek konferansına katılmayı öneriyorum!
2 yorum:
bence yazılarında yabancı kelimeler yerine onların türkçe karşılıklarını kullanman daha yerinde olacaktır.bir tavsiye olaraktan..
kalemine saglik!
Yorum Gönder