30 Aralık 2008 Salı

faşizmden hallice kapitalist ilişkiler..

Bunu aslında bir özeleştiri yazısı olarak yazıyorum denebilir. Çünkü az sonra anlamaya ve anlatmaya çalışacağım hemen hemen her garip davranışı hayatımın bir döneminde, bir çoğunuz gibi ben de yaptım.

Önce faşizmi bilindik şekliyle, bir "konuşma zorunluluğu" olarak tanımlayalım. Vatanı-lideri-partiyi sevmeniz yetmez, o sevgiyi her daim her yerde göstermekle yükümlüsünüzdür. Faşizan ideolojinin dilinden konuşmazsanız, ezberlenmesi gereken nutukları her fırsatta tekrarlamazsanız, vatanı-lideri-partiyi sevmiyorsunuz demektir.

İlişkilerde de "seni seviyorum" faşizmi çok sık rastlanan bir durum bana kalırsa. Yaşadıklarımızın sığlığından mıdır, özgüven eksikliğinden midir bilemiyorum, ancak çoğu ilişkide "seni seviyorum" sözcüğü zamanla bir zorunluluğa, birşeyleri ispat etme çabasına dönüşür. Sevgi dile getirilmediği zaman sevgilide gizli bir şüphe oluşuverir; acaba beni artık sevmiyor mu şüphesi..Bu da beraberinde tartışmaları, güven sorunlarını getirir. Üstelik sevgi, daima karşı tarafın beklediği şekilde ifade edilmelidir, kendinizce yeni bir dil oluşturmanız, farklı bir şekilde sevginizi ifade etmeye çalışmanız, "yetersiz" bulunacaktır. Burada sevginin yanında bir "dil" faşizmi de sözkonusudur.

Ayriyeten her daim sevginin "dile gelmesi" yani sözcüklere dökülmesi gerekiyorsa, o ilişkide sevgi başka yollardan anlatılamıyor demektir. Sanırım internet ve cep telefonu denen icatlarla beraber mimikleri, bakışmaları, dokunuşları bir kenara bırakıp ilişkilerimizdeki bütün iletişimi ve sevgi paylaşımını kelimelere yükledik. Eh, kelimelerin de bir sınırı var!

Gelelim kapitalizme..ilk çağlar hakkında resmedilen bir "kadınını saçından tutup sürükleyen mağara adamı" imgesi vardır. Günümüzde de bu adamdan çok öteye gidebilmiş değiliz bana kalırsa. Ne kadar özgürlükçü, demokrat, paylaşımcı olursak olalım, mesele "sevgiliye" geldiğinde aslan kesiliyoruz. Bu konu bazı ilişkilerde o kadar çok vakit alıyor ki..kıskanıyoruz, sorguya çekiyoruz, trip atıyoruz, ayar veriyoruz, mesajlarını-maillerini kontrol etmeye uğraşıyoruz..boşu boşuna binbir türlü sıkıntı yaşıyor ve yaşatıyoruz. O halde burada modernliğin erişemediği içgüdüsel bir davranış kalıbı sözkonusu. Bunu kırmaktan aciz miyiz? Üzülmekten, güvenip yanılmaktan bu kadar mı çok korkuyoruz?

Tabii esas korktuğumuz şey sadakatsizlik değil, o sadakatsizliğin "neden" gerçekleştiğidir..bu korkunç soru, bizi kaçınılmaz olarak kendi benliğimizle yüzleşmeye yöneltir. Neden "ben" aldatıldım?Yeteri kadar yakışıklı/güzel değil miyim? Yatakta benden daha iyi birisine mi rastladı? Onu mutlu etmekten aciz miyim? Ancak tam tersi durumda olmaktan, yani aldatan insanın "aldatma nesnesi" olmaktan hiç gocunmayız. Sevgilisi üzerine bizi tercih etmiştir işte, bu bir ego şenliğidir artık! 

Kısacası özgüven eksikliğimiz bizi kıskanç olmaya itiyor. Halbuki, ne olacak? Gerçekten de, şöyle bir düşünecek olursak herkes herkesten daha iyi sevişebilir..Birisinin çok çirkin bulduğunu, bir diğeri acaip güzel bulabilir. Kendimizi bulunmaz hint kumaşı sanmak da, üzerine sıçmaya değmez bir klozet gibi görmek de yanlış bence. Biz neysek oyuz. Bizi tercih edenlerin de, aldatanların da kendilerince sebepleri mevcuttu. Onları belki asla anlayamayız, hatta ömrümüzün sonuna kadar için için nefret de besleriz ama ne kendimize, ne de karşımızdakine, ne yaşamış olursak olalım "eternal damnation" yaşatma hakkımız yok. Alt tarafı insanız.. 

Bu yazı vesilesiyle buradan bütün anarşistlere soruyorum, Bakunin adına cevap verin, siz sevgilinizi paylaşır mıydınız? Ona hiç emir vermeden, hiç düzeltmeye çalışmadan yaşar mıydınız? Yoksa bir mülk gibi sahiplenir, onu elde tutmak için gerekirse dövüşür müydünüz?

Herkesin yeni yılını kutlar, pürüzsüz ilişkiler dilerim..
 

18 Aralık 2008 Perşembe

Zeitgeist + Addendum

İnsanlık nereye gidiyor? Tarih boyunca söylenegelmiş kitlesel yalanlar ne işe yarıyor? "Yeni" bir düzene niçin ihtiyacımız var? Gerçek anlamda "yeni" bir dünya düzeni mümkün mü? Kapitalizm insanın bencil doğasından kaynaklanan bir sistem mi? Yoksa kendi yarattığımız bir sistemin bizi kontrol etmesini meşru kılmak için mi doğamızı kapitalizmle özdeşleştiriyoruz? 

Zeitgeist, günümüze dair bu hayati soruları (ve daha nicesini) gündeme getirdiği için epeyce faydalı bir belgesel. Tabii her noktanın tek tek üzerinde duracak değilim. Zeitgeist bölümlerinin biri din ve insanları manipüle edişi üzerine. İkincisi 11 eylül olayındaki bilinen komplo teorilerini sunmakta, üçüncü kısım ise iyice kontrolden çıkan global şirketlerin birgün hayatımızın her yanını ele geçireceğine dair bir distopya sunmakta.

Buraya kadar önceden görülmemiş pek birşey yok aslında, ve açıkçası bazı sahnelerde gerilim müzikleri, iddialı "one-liner"lar filmi biraz sulandırmış ve çocuksu göstermiş. Ancak "addendum" adı verilen kısımda farklı bir durum sözkonusu. İlk kısımda günümüzdeki finansal sistemin, "değersiz ve karşılıksız kağıt parçaları" üzerine kurulu olduğunu anlattıktan sonra, ikinci kısımda "ekonomik tetikçilerden" çok da ikna edici olmayan bi şekilde bahsediyor. Ancak üçüncü kısmında, diğer birçok "aktivist"in üzerinde düşünmeye değer bulmadığı birşey sunuluyor. Bir çözüm: Venus Project. 

Bu proje, "yeni" düzenin teknolojinin gelişmesi ve bütün ideolojik dogmaların geride bırakılmasıyla oluşabileceğini söylüyor. Para diye birşeyin kalmadığı, ekonomik sistemin sınırsız özkaynaklar üzerinden kurulduğu bir sistemde, teknolojik gelişim sayesinde hem her yere doğal, temiz ve sınırsız enerji sağlanacak, hem de "işgücü" önemini yitirecektir. Bu sayede insanlar anlamsız mali işler veya "rekabet"le uğraşmayacaklar, "ganimet" uğruna savaşlar yaşanmayacak, asker-polis-tabanca gibi şeyler lüzumsuz hale gelecek, sınırlar ve farklılıklar ortadan kalkacak, ve nihayetinden insanlar özgürleşecek. 

Bu, kesinlikle güzel bir alternatif ve kulağa kapitalizmden çok daha hoş geliyor. Ve uzun uzun tartışılacak, konuşulacak bir malzeme sunuyor bizlere. Ancak nasıl uygulanacak? Addendum bunun cevabını vermiyor. Paranın ortadan kalkması zaten yakın vadede mümkün görünmüyor. "Sınırsız enerji" sağlayacak bir sistem kurmak da henüz teknolojik olarak imkansız. Güneş, rüzgar, akıntı ve jeotermik enerjiden tam verimle faydalanılamıyor ve bu sistemleri kurmak zaten başlı başına çok büyük harcamalar ve işgücü gerektirmekte. Para ortadan kalkmadığı sürece, bu enerji sistemleri bedavaya kuralacak değil, ayriyeten bu kaynakları kullanmak için işgücü de gerekecek. O halde elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız? Bir ütopya kurup, bu sefer "işçiden" değil de "mühendislerden" gelecek bir devrimle bütün düzenin değişmesini mi bekleyeceğiz?

Peki, bir de şunu sorayım..filmin anlattığı gibi kapitalizm gerçekten tamamen "şeytani" bir sistem mi? Öncelikle kapitalizm, demokrasiye muhtaçtır. Özel teşebbüsün ülke ekonomisindeki önemi, sermaye sahibi "birey"i devletin bile önüne koyar, ona imtiyazlar tanır. Kapitalizmin gelişmesiyle sosyal hayatta "birey" öne çıkmıştır, liberalizm gelişmiştir. Tabii bu da günümüzde aşırı uçlara varan bir bencilliği ve çıkarcılığı beslemiştir. 

Devletle birey arasındaki ilişkiyi yumuşatan, hatta yakın zamanda devleti artık bir çeşit "hakem" durumuna sokacak (böylelikle ideolojik devletlere son verecek) olan sistem, kapitalizmdir. Sermayenin serbest dolaşımı" da sonunda sınırların kaldırılmasına, ülkelerin birleşmesine ve daha önce hayal edilemeyen bir "evrenselciliğin" doğmasına yol açmakta. AB bunun denemelerinden biri ve şimdilik iyi gitmekte. İnsanların yaşam standardı epey yüksek, demokratik haklar da bazı aksamalar dışında yerli yerinde. Yani, nispeten "mutlu" diyebiliriz AB'de yaşayanlara.

Belgesel ayrıca komünizm gibi bir ütopyayı da kapitalizmle yanyana koyarak bence biraz haksızlık ediyor. Venus project'in hedeflediği sistemin, tasarlanan ama hayata geçirilemeyen komünizmle çok fazla ortak noktası mevcut; Marx'a göre de esas sermaye, işgücü ve özkaynaktır. Sınırların ve paranın ortadan kalkması, insanların "tembellik hakkı", yani herkesin istediği her işle uğraşması, gerçek eşitlik ve gerçek özgürlük..bunlar komünizmin de özünü oluşturmakta. Tabii uygulamada karşılaşılan çok farklıydı, belki de bunun nedeni özgürlüğün formüle edilerek elde edilmeye çalışılmasıydı. Eldeki formül, ne pahasına olursa olsun bir baskı mekanizması üretecektir, ister venus project olsun, ister komünizm. Çünkü bu formülü uygulamak için insanları "ikna etmek" gerekecektir. Homojen bir sistem hedeflediğinizde, ikna olmayan insanları bir şekilde elimine etmek gündeme gelecektir. O yüzden teoride en temel insani haklar üzerine kurulan ütopyalar, uygulamada eşi benzeri görülmemiş bir otoriterliğe yol açabilmiştir.

Bir başka açıdan kapitalizme bakmak gerekirse şunu görüyoruz: teknoloji, birikimli ilerliyor. Ve son 100-150 yıllık teknolojik gelişmeler, ağırlıklı olarak kapitalist ülkelerden kaynaklanmıştır; ABD, Japonya..AB'den bahsetmeye bile gerek yok, CERN demek yeterli olur. Bu teknolojik gelişmenin bir nedeni de o hiç sevmediğimiz "sermaye", kendisini ayakta tutmak için sürekli yeni birşeyler üretmek, teknoloji geliştirmek zorunda olmasıdır. Teknolojiyle ilgili bütün şirketlerin bünyesinde bir AR-GE'nin mevcut olması, insanların yeni bir fikir, bilgi veya bir icat ortaya atmalarının bu "sömürücü" düzende dahi paha biçilmez olması, teknolojinin ilerlemesine büyük katkılar sağlamıştır ve sağlayacaktır. Bu bağlamda kapitalizm, aslında "venus project"e ilham vermiştir, onun kurgulanabilmesine yol açmıştır. 

Ancak, devletle birey arasındaki ilişkiler demokratikleşirken, sermaye sahipleriyle işçiler, veya daha genel haliyle söylersek zenginle fakir arasındaki eşitsizlik de gün geçtikçe artmaktadır. Bugün, dünyada reklam sektörüne harcanan paranın %10'uyla Afrika'daki açlık sorunu giderilebilir. Yani kapitalizm kendi merkezini, sermaye sahibini  özgürleştirirken, sınırdakileri, çevredekileri korkunç bir baskı altına almaktadır. 

Bunun yanısıra özellikle ABD'de şirketler, devletin yerini almakta, insanları sınırsız bir tüketim hayatına itmekte, neyi alıp neyi satacaklarını dikte etmektedir. Tıpkı eskiden dini kurumların insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte etmesi gibi. Artık önemli olan ne düşündüğün değil, ne satın aldığındır. Kullandığın marka, artık sosyal statünün göstergesidir. Demek ki bu noktada bir değişim zaruridir. Zeitgeist sorunu iyi teşhis ediyor, ama önerdiği şey yepyeni sorunlar doğurmaya açık.

Evet, eşitsizlik ve sömürü üzerine kurulu, özünde bir çeşit "sosyal darwinizm" olan bir sistemdir kapitalizm. Ancak, aynı zamanda ona karşıt seslere en çok izin veren sistemdir, dolayısıyla kapitalizmi yıkacak olan hareket de, kapitalizmin içinden çıkacaktır. Zeitgeist'ı yazan ve yöneten Peter Joseph, bir Amerikalı. Venus project'i şekillendiren insanlar da Amerikalı. Bu insanlar özgürce bu fikirlerini ifade ediyorlar, yine kapitalizmin bir nimeti olan internet sayesinde bütün dünyaya, bizlere kadar bu fikirlerini ulaştırabiliyorlar.

O halde şöyle düşünebiliriz: kapitalizm insanlık için yaşanması mecburi bir dönem, bizi kendisinden farklı bişeye taşıyacak olan sistem ve büyük ihtimalle bizim ömrümüz onun sonunu görmeye yetmeyecek. O halde, şu anda, şimdi ne yapabiliriz? Kapitalist sistem içinde gerçekten elimizden hiçbirşey gelmez mi? Onu düzeltmeye çalışmak, eşitsizliği gidermek için, sömürüyü azaltmak için uğraşmak boşuna mı? İlla bir teknolojik devrimi, ve beraberinde bütün sistemin yıkılışını mı beklememiz gerekiyor?

Yoksa bugün yapılması gereken politik sistemi reddetmek değil de, onu eşitlik adına kullanmak mıdır? Tarihin her döneminde olduğu gibi, şu an içinde yaşadığımız bu sistem de "evrilmekte"dir. Ve bence onu doğru yöne, eşitliğe, özgürlüğe doğru yöneltmek de mümkündür. Bu noktada benim cevabım sivil toplum ve çoğulcu demokrasi!



not: Zeitgeist üzerine bir başka yazı için  Çağatayca'ya göz atabilirsiniz.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Hepinizin taa..!!

Bence küfretmek çok rahatlatıcı ve insan ilişkilerinde sık sık başvurmamız gereken bir eylem. Faydaları saymakla bitmez! 

Bir kere bir konuya "vurgu" yapmak için birebirdir küfür. İfademizi kuvvetlendirir, dikkatleri üzerinde toplar. Bahsedilen duygu ne olursa olsun; kin, öfke, nefret, sevgi, saygı, hatta hayranlık duymayı bile küfürle daha açık ve insanın aklında yer edecek şekilde ifade edilebilir. Mesela, "adama bak müthiş oynuyor" demekle "vay hayvan nası oynuyo" demek arasında ifade gücü açısından müthiş fark var. Veya "lanet olasıca herif" demekle "a...kodumun çocuğu" demek arasında da hissedilir derecede farklılık mevcut. Sanki küfretmek daha içten, duygu ve düşüncelerimizi daha yalın haliyle, doğal formuyla aktarmayı sağlıyor.

Hepimiz biliyoruz ki bu dünyada, etrafımızda, özellikle arkadaş çevremizde veya işyerinde veya okulda, her an, her yerde son derece gerizekalı, angut, moron, lavuk, yavşak insanlarla hergün birarada yaşıyoruz. Başka insanlar da bizi bu sıfatlarla anıyor olabilir tabii, ve bence bunda bir sakınca yok. Ama nezaketimizden, insan ilişkilerine verdiğimiz önemden, veya "belki bir gün işimize yarar" diye düşündüğümüzden bu sevmediğimiz insanlara o sıfatlarla seslenemiyoruz. Bu da, hiç kuşkusuz içimizde bir birikime yol açmakta. O sevmediğimiz insan etrafımızda olmadığında bizi bu birikimden, içimizde adeta katılaşıveren bu tiksintiden kurtaracak olan şey, yine küfretmektir. Ağız dolusu, ana-avrat küfrettikten sonra o birikimi atarız, bir yükten kurtuluruz. 

Kaybederken veya kazanırken, sevinirken veya üzülürken küfre sık sık başvurabiliriz. Özellikle trafikte ve maçta küfretmeden durmak neredeyse imkansızdır. Bu bir zarurettir artık, içimizde yaşanan duygusal patlama bir şekilde kendisini dışa vurmak zorundadır. Hepimizin içinde karanlık, pis ve iğrenç şeyler olduğuna eminim. Ve en heyecanlı anlarımızda işte bu yanımızdan besleniriz, hatta bu yanımızın bizi kontrol etmesine, el hareketlerimizi ve ses tonumuzu aşırı uçlara taşımasına izin veririz. Sıkıcı hayatlarımıza ilaç gibi gelen bir renkliliktir bu, birazcık kontrolü kaybetmektir, "ayıp birşeyler" yapmanın, yoldan çıkmanın, saygısızlığın keyfidir.

Küfür, aynı zamanda bir samimiyet göstergesidir. En iyi arkadaşınızla güle oynaya, ağzınıza geleni söyleyerek saatler geçirebilirsiniz mesela. Çünkü küfürün içinde bir sevgi, şefkat gösterisi vardır, duygu yoğunluğu kendisini küfür olarak gösterir bir kez daha. Ama ne yazık ki kızlar erkekler kadar küfretmiyor, kendilerini "morally superior" gördüklerinden olsa gerek. Çok da haksız sayılmazlar doğrusu. Bu durum etrafta kızlar varken küfretmeyi zorlaştırıyor. Bu, belki de kızlarla erkekler arasında, hemcinsler arasındaki kadar sıkı bir samimiyet kurmanın epey zor oluşundan kaynaklanıyor. Bu zorluk da ağırlıklı olarak karşı cinsler arasındaki "cinsel gerilim"den kaynaklanıyor olabilir.

Tabii iki lafımızdan birinin küfür olması, veya sık sık küfüre başvurmamız da çirkin olur. O zaman küfretmekten alınan haz azalır, sıradanlaşır. Buna ek olarak aile büyüklerimizin yanında küfretmek de ayıp karşılanır genellikle. Bu, belki de saygının ve aile içi hiyerarşinin getirdiği bir mesafeden kaynaklanmaktadır.

Toparlamak gerekirse, küfretmek güzeldir a.k.

11 Aralık 2008 Perşembe

çevreciyim, çevrecisin, çevreci..

Böbürlenmek gibi olmasın, kendimi hiç de "çevreci" bulmuyorum. "Çevreciliğin" erdemini de anlamakta zorlanıyorum doğrusu. 

Hemen açıklayayım; çevrecilerin iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Elbette onlar, misafir olduğumuz bu gezegene mümkün olduğunca iyi davranmaya çalışmaktalar. Ancak, bana kalırsa bunu yaparken kendilerini doğadan ayrı bir yere, hatta genelde daha üst bir seviyeye koymaktalar ve insanoğlunun "gücünü" biraz abartmaktalar. "Dünyayı kurtarmak" veya "çevreyi kurtarmak" gibi süper-kahramanlara yaraşır görevler edinmekteler. Bence bu biraz kibirden kaynaklanıyor. Sanki "lütfediyoruz" geri dönüşümlü ürünler kullandıkça. Çünkü gezegen veya doğal yaşam eşi benzeri görülmemiş bir "tehdit" altında: insan!

Kendimizi kandırmayalım, biz doğanın bir parçasıyız, bir uzantısıyız. Ürettiğimiz her ürün, her madde, her gaz da bu gezegenin bileşenlerinden çıkıyor, gökten zembille zehirli gazlar indirmiyoruz. O maddeler, biz olmasaydık da pekala biraraya gelebilirlerdi. Öyle ya, evrim farklı şekilde gelişseydi, bizler insan değil de "minsan" veya "cinsan" falan olsaydık, belki yine "çevreyi kirleten" ürünler geliştirilecekti. Dolayısıyla, belki de kaçınılmaz bir nedensellik sonucu, bütün bu binalar, fabrikalar, arabalar, atıklar, aslında doğanın kendi kendisine, kendi içinde yarattığı yeni bir "doğa"nın parçaları. Ve büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda bu yeni "doğa"ya uygun, yeni canlılar, daha dayanıklı, daha kolay adapte olan bitkiler vesaireler türeyecektir. Dolayısıyla, bizim bugünkü veya geçmişe dair "çevre" algımız, gezegen açısından bakıldığında epey geçici ve naif. Doğayı sabit bir şekilde, hep olduğu gibi tutmak zaten hiçbir canlının haddine değil.

"İnsanlık" kazara oluşmuş, bu gezegenin bütün işleyişini sarsan, baştan aşağı değiştiren bir varlık mı? Bence değil. İşte, yanlış yere evini yaparsan deprem oluveriyor, engelleyemiyorsun. Volkanik patlamaları, yağmuru, karı, tsunamileri, selleri, evleri yıkan fırtınalar engelleyemiyorsun. Sadece adapte olabiliyorsun, anlık çözümler üretiyorsun. Zaten doğa karşısında yapabileceğimiz, yani bütün canlıların yapabileceği yalnızca bu. 

Mesela "ev" diye birşey icat ettiğimiz için daha uzun yaşayabiliyoruz. Ama her "ev"in yapılması için doğanın bir miktar tahrip edilmesi gerekiyor. Yani biz, doğanın bir parçasından faydalanarak , hammaddesinden çalarak, bir diğer parçasının ömrünü uzatıyoruz aslında. Bu da kendi içinde gayet "doğal" bir süreç.

Bilinçli olmamız, analiz yeteneğimizin olması, gezegen açısından bakıldığında pek birşey ifade etmez. Milyonlarca canlı türü yaşamış ve soyları tükenmiş burada, bizim de soyumuz bir gün tükenecektir, ama bu gezegen ve doğal yaşam kaybolmayacaktır. Evrilerek, uyum sağlayarak, "tehditleri" egale ederek varlığını sürdürecektir. Bunun güzel bir örneği için bir video linki vermek istiyorum:


Youtube'a erişemeyenler için bu videoyu açıklayayım: Bir tür mantar var, ve böceklerin bedenini işgal ederek büyüyor. Daha sonra parçalarına ayrılarak yeni böceklere nüfuz ediyor. Ve popülasyonu tehlikeli oranda artan her böcek türüne karşı böyle bir mantar oluşmakta, her mantar da yalnızca tek bir böcek türünü hedef almakta. Yani doğa, karınca gibi, tırtıl gibi "çevre"nin bir parçası olan mahlukatların bile haddinden fazla üremesine müsamaha göstermiyor. Bir yolunu bulup nüfuslarını azaltıveriyor. 

Kısacası ortada bir "tehdit" varsa, tehdit altında olan biziz. Bu kavgayı kazanma imkanımız da yok, çünkü bizi ayrıcalıklı kılan bir özelliğimiz yok. Buradan hareketle, çevrecilik, aslında bencilce bir güdüden kaynaklanıyor bana kalırsa. Yani "çevreyi koruma" adına yaptığımız şeyi, aslında hayat kalitemizi yükseltmek için, kaynaklarımızı adamakıllı kullanmak için yapıyoruz. Zaten aklı başında her organizmanın da yapması gereken bu değil midir?

Ama insanoğlu ne yaparsa yapsın, bir buzul çağının veya kocaman bir meteorun bu gezegende yarattığı tahribatı yaratamaz; ki doğal yaşam, milyonlarca yıl içinde bu tarz binlerce olayın ardından bile varlığını sürdürmüştür, sürdürecektir. Dolayısıyla "abartılan" çevrecilik, iyi, hoş ama biraz da boş geliyor bana..

3 Aralık 2008 Çarşamba

Ölümlü dünya!

Ölümün insanlara perspektif katması çok net ve çok acı vericidir.

Aniden, hiçbir sorun, dünyadaki hiçbir olay, ne gelecek kaygıları, ne rekabet, ne "ekmek parası" ne de "başarı", ölüm kadar gerçek değildir. Başkalarının ölümü, bize, bizim de bir gün öleceğimizi hatırlatıverir. Ve hiçbir kalıcılığı olmayan şeyler uğruna boşu boşuna harcadığımız onca vaktin farkına varırız işte..Kavgayla, tartışmayla, kendi kendimize yarattığımız paranoyalarla harcadığımız o kısıtlı vakit için, kendimize değil de, ölümün katılığına isyan ederiz yine. Oysa, istemeden de olsa girdiğimiz oyunun kuralı bu..

Hele kendimize acımakla, bitmez tükenmez yoksunluğumuzu kendi kendimize tekrar yaşatmakla harcadığımız vakitleri düşünün..İnsan ilişkilerine dair yaptığımız planlar, kurduğumuz binbir türlü entrikalar, küçük oyunlar ve küçük hesaplar. Kontrol etme çabası, hayatı kendi irademizle yönlendirme isteği..işte ölüm bize en çok böyle koyuyor, bütün planları altüst ederek, bütün hesaplarımızı boşa çıkararak hatırlatıyor bize ufak planlarımızın önemsizliğimizi. 

Tam da bu yüzden korkutucudur ölüm. Hiçbişeyi bütünüyle kontrol edemeyeceğimizi, hayatta bizim irademiz dışında da gelişen bir takım olaylar olduğunu-üstelik bazen en beklenmedik anda bize hatırlattığı için. 

Bir de bilinmezlik var tabii. Ölümün bilinmezliği, ölünce ne oluyor, nereye gidiliyor, nasıl hissediliyor..bu gezegenden gelip geçmiş olan milyarlarca insan arasında bir kişinin bile anlatamamış olduğu bir gerçeklik. Bu bilinmezlik insanoğlunu hayali "afterlife"lar yaratacak raddeye bile getirmiş çağlar boyu. Hala da aynı kandırmacayla insanlar kendilerini rahatlatmaya uğraşıyorlar. Tabii amacım burada kınamak ya da yargılamak değil. Bu, oldukça insancıl bir tutum, zaten o yüzden dinlerin bu kadar çok takipçisi var. Kimbilir, belki böyle bişeye inanabilmek de üstün bir iradenin sonucudur.

Bir yandan da, ölüm aslında hayata hiç de yabancı olmayan, hayatla elele, yanyana giden bir kavram. Her insan hayatının bir döneminde ölmeyi istememiş midir? Şöyle sonsuza kadar sürecek bir uyku, kimsenin hesap sormadığı, kimsenin yalan söylemediği, kimseyi kandırmak zorunda olmadığımız, tamamen bize ait bir "durum". Hayattan bıktığımız, yaşamaktan yorulduğumuz zamanlar olmuyor mu? Hepimiz hayatımızın bir döneminde "acaba şu an ölsem nasıl olur, insanlar ne düşünür, ne yapar" diye düşünmedik mi? Ölümümüzün ardından kimlerin ağlayacağına, kimlerin aslında pek de üzülmeyeceğine, kimlerin düpedüz sevineceğine dair kendimizce öngörülerde bulunmadık mı..ve insanları bu şekilde kategorize etmeye çalışmadık mı?

Ya başka insanların ölümleri? Ailemizden birinin, bir arkadaşımızın, en çok da sevgilinizin ölümlerini kafanızda canlandırmadınız mı hiç? Sonrasında oluşacak kaosta neler yaşayacağınızı, kime neler söyleyebileceğinizi kafanızda kurmadınız mı? Kimi zaman birinin ölecek olmasının işinize geleceğini hissetmediniz mi hiç? Yoksa ben bir cani miyim?!

Ölüm, hem ölenler için, hem de geride kalanlar için çok net ve geri dönülemez bir değişim getirir. Buna hazırlıklı olmanın bir yöntemi yoktur. Üstesinden de gelinir mi, bilinmez..Şu da bir gerçek ki, ölüm hakkında yazılabilecek şeyler, en az yaşam hakkında yazılacak şeyler kadar fazladır. Dolayısıyla, ölüm bir şekilde hayatın yansımasıdır da..