Öncelikle biraz "politik doğruculuk" oynayıp bu yazıda kimseyi yargılamadığımı, herkesin inancına saygılı olduğumu belirtmem gerekiyor sanırım. Ve nihayetinde herkes bu hayatı bir şekilde kendini kandırarak, bazı olguları gözardı ederek, bazı olgulara vurgu yaparak, ve kendi hayat görüşüne göre bir yön çizerek devam ettiriyor. Bu minvalde bazı gerçekleri çarpıttığı, ve bazı gerçeküstü varlıklara inandığı olabiliyor. Gerçeküstü varlıklara inanmak dünya üzerinde yaşayan 7.2 milyar insan arasında epeyce yaygın.
Kimisi kendini kandırdığının farkında ve dinlerden sadece "ahlaki öğütler" alıyor. Kimisi doğaüstü varlıklara, kadere, tanrıya, cennete ve cehenneme yürekten inanıyor.
Peki insan neden inanır? Neden yüzyıllardır inanagelmiştir? Sanırım burada "büyük sorular" devreye giriyor. Neden buradayız, nereden geldik, gezegenler ve evren ve hayat ve insan nasıl/neden oluştu vb..Daha sonra da ahlaki sorular, insanlararası ilişkiler ve hukuk devreye giriyor. Hukuk'un insanüstü kavramlara atıfla tanımlanması belki eski çağlarda daha işlevseldi denebilir. Ancak günümüzde modern hukuk böyle değil, hukuk "insan"dan yola çıkıyor ve yine insana dönüyor.
Önce milattan önceki çok tanrılı dinlere göz atalım. O dönemdeki bilgiyle açıklanamayan doğa olaylarına dayanarak, her özel olaya bir tanrı atfedilerek geliştirilmiş (güneş-ay-deniz tanrıları vesaire). Adak adama-dilek dileme var, seremoniler önemli bir yer tutuyor. Tanrıları resmetmek veya edebiyatta kullanmak da yaygın.
Birkaç yüzyıl sonra artık bazı doğa olayları açıklanabildiği için, ve bu olayları "tek" bir tanrıya bağlamak daha kolay olduğundan insanlar semavi dinlere yöneliyorlar.
Tek-tanrılı dinlerin genel formatına baktığımızdaysa sanki bir hiyerarşi doğuyor. Öncelikle tanrının yer yüzünde bir "elçisi" oluyor: peygamber. Bir de tanrı ile peygamber arasında iletişimi sağlayan melekler oluyor. Meleklerin ilettiği mesajı peygamber halkın geneliyle paylaşıyor ve bu mesaj aynı zamanda mutlak ve değiştirilemez bir "kutsal kitap" haline geliyor ve kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bu esnada bir kurumsallaşma da yaşanıyor; özel ibadet yerleri (cami-kilise-sinagog), bu yerlerde çalışan din bilginleri, zamanla kurulan devletler içinde özel bir otoritenin sahibi oluyorlar. Din ruhani ve kişisel bir olgu olmaktan çıkıp, bir dogma ve toplumsal bir fenomen haline geliyor ve deyim yerindeyse "kitleleri peşinden sürüklüyor".
Nelere yol açmadı ki din? Haçlı seferleri, İslam'ın "yayılması" esnasındaki savaşlar, bugün bile devam eden İsrail-Filistin savaşı..Toplumsal kargaşa, mezhep çatışmaları, kutuplaşmalar, teknolojik gelişimin engellenmesi..Ama dinlerin toplumlar içinde bir adalet ve hakkaniyet ölçüsünün de yerleşmesine öncü olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda boşlukta olan ve cevap bulamayan insanlara da bir "cevap" sağlaması nedeniyle kimi zaman faydalı da olabilir.
Ben bu yukarıda saydığım büyük sorular ve adalet için çok basit iki gerçekten hareket ediyorum. Birincisi; hayat, beyinde başlayıp beyinde bitiyor. Beyin öldüğü zaman, yani artık sinir uçlarımızda ve beynimizde elektrik sinyalleri tamamen durduğu zaman, artık hiçbirşeyin farkında olmak mümkün değildir. Beyin ölünce, acı, farkındalık, vicdan azabı, mutluluk, huzur, yanma, üşüme, hicap, pişmanlık, gurur vesaire gibi hiçbişeyi hissetmek mümkün değildir. Yani, ölümden sonra yaşam mümkün değildir, çünkü yaşamımızı algılamaya yarayan organ işlevini yitirmiştir.
İkinci basit gerçeklik ise hümanizm. Tabii buna gerçeklik demek doğru değil, bir bakış açısı diyelim. Bence hümanist olmak insanlığa en büyük faydayı sağlayacak "din"dir. Hümanist insan, vicdanı olan insandır. Mümkün olduğunca zulme ve zalime karşı çıkmak, mağdurların yanında durmak, özgürlük için mücadele etmek bence bizi nispeten "iyi" bir insan yapar. Ve bu vicdani tanımlamaya da dinler sayesinde ulaşmış değilim, hiçbir kutsal kitabı da okumadım. Ama ailemden ve çevremde böyle gördüm, ben de ilerde bir aile kuracak olursam çocuklarıma böyle öğretmeyi düşünüyorum. Önce kendini sevmek, kendini hatalarınla, yalanlarınla, eksiklerinle, arzularınla sevmek. Ve sonra başkasına bakarken de ilk önce tıpkı kendin gibi insan olduğunu bilerek bakmak.
Hemen burada çok çakal bir soru çıkacaktır: ne yani tecavüzcülere, pedofillere, faşistlere, katillere de mi "insanca" bakacağız? Onların da eksiklerini mazur mu göreceğiz? İnsanlığa zarar vermiş olanlara hümanizmle ne derece yaklaşabiliriz.
Doğru, yaklaşamayız. Hümanizm de demokrasi de burada düğüm oluyor zaten. Ancak erdemli olmak, adil olmak istiyorsak-mümkün mertebe yaklaşmaya çalışacağız. Nefrete ve öfkeye yenilmemeye çalışacağız. /burada sanki bi siyasi parti lideri konuştum ama..
Diğer dinlere mensup insanlarda böyle bir tolerans yok gibime geliyor. En başta da dine ve dindarlara eleştirel bakma cesareti gösterenlerin başlarına gelen olaylar geliyor aklıma. Ortaçağlarda işkenceden geçirilenler, cadı diye yakılanlar, aforoz edilenler..Daha modern zamanlarda Salman Rüşdi, Hz. Muhammed'in karikatürlerini yapanlar, Theo Van Gogh..Bu kıyaslamaya göre günümüzde Hristiyanlık dünyası biraz daha toleranslı davranabiliyor. Müslümanlık ise radikal kanadını korumakta. Bu da Batı'nın gözünde bütün İslam dünyasını töhmet altında bırakmaya yetiyor. Neyse batı-doğu çatışması başka bir yazının konusu olmalı. Aslında inanç konusu öyle bir konu ki hem toplumsal hem kişisel yüzlerce açılımı var, o yüzden dağınık bir yazı oluyor, kusura bakmayın.
Her neyse, şuna gelmek istiyorum: İnanmak bir insanı otomatikman vicdan sahibi yapmıyor. İşte din uğruna yüzyıllar boyu çıkan savaşlar ortada. İnsan inandığı din için-din onu yasaklamış olsa bile-öldürmeyi göze alabiliyor. Tamam, savaşlar esas olarak ganimet ve toprak kavgası için çıkmıştır, ancak din de çok güzel gaza getirebilmektedir insanları. O gaza gelenlerin suçu yok mu diyelim? Elbette var. Peki dinlerde suç yok mu? Olsa gerek.
Ama şuna da dikkat etmek lazım, dinlere inanmamak da bir insanı otomatikman "vicdan sahibi " veya "ahlaklı" veya "bilge" yapmıyor. Kısacası inanç, bir insanı tanımlayan yüzlerce parametreden yalnızca biri. İnançlı olup müthiş hümanist-bilge kişiler olduğu gibi, inançsız olup suç ve zulme yönelen insanlar mevcut. Ve tabii tam tersi de geçerli.
Öyleyse bir insan hakkında sırf "inançlı" veya "inançsız" diye bir önyargıda bulunmak saçma. Bazen arkadaşlarım bana kızıyorlar "inanmadığın halde niçin inançlıların haklarını (örn. türban) savunuyorsun? Bu ikiyüzlülük değil mi?". Bence değil. Tesettürün mantığını, kadın hak ve özgürlükleri açısından eleştirirken, bir yandan insanların o tesettüre girme hakkını da teslim etmem gerekir. Çünkü, ben kimim ki insanlara nasıl yaşamaları-nasıl giyinmeleri gerektiğini söyleyeyim? Yani hangi hümanist, insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte edebilir? Ve, yine bu noktadan hareketle, kim kimden üstünmüş de insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte edebiliyormuş? Ha, punk-goth-emo şeklinde dolaşanlar da hoşuma gitmiyor ve onları zevksizlikle suçlayabiliyorum, ama o şekilde giyinmeyi yasaklamaya da karşı çıkarım. Subjektif bir yargıyla yola çıkıp objektif bir kural getirmek adil olmaz.
Ya bir de şu "dinlere inanmıyorum ama bi güç var" olgusuna. Hangi güç? Bu gücün bir bilinci var mı? Bu bilince dayalı verdiği kararları, hayatımıza pozitif veya negatif etkileri mevcut mu? Mevcutsa bunları nasıl tespit ederiz? Bir zahmet cevaplayınız..
Bu adalet ve hukuk kavramları da, "politik doğruculuk" kavramları da ayrı ayrı yazıların konusu olacak. Tatil bittiğine ve okul başladığına göre, kaytardığım blog yazılarına daha fazla yüklenebilirim. Mucizevi günler dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder