25 Aralık 2009 Cuma

imkansız kurucu çekirdek

Bu başlık bir kuruyemiş olsaydı Lacan sürekli bundan yerdi.

Evet, kabul ediyorum, işe girmek epey ket vurdu-zaten varolmayan-blog tempoma, ama artık işler biraz yoluna girdiğine göre yeniden düzenli yazmaya dönebilirim. Ve şu sıralar yine Lacan ağırlıklı bir Zizek kitabı okumaktayım ve bu kitap, bir şekilde gelip benim fizik eğitimime bağlanıverince ne kadar şaşırdığımı tahmin edemezsiniz.

Çok çok yüzeysel bir şekilde açıklayacak olursam, Lacan'a göre varoluşun 3 "düzeni" var. Bunlar Gerçek, İmgesel ve Simgesel. Gerçek olarak tanımlanan düzen, dilin varolmadığı ve dille tanımlanamayan, yani simgeselleştirilemeyen, kaotik, çelişkili bir varoluş. İmgesel, Gerçek'le Simgesel arasında bir "geçiş düzeni" sayılabilir. Simgesel ise toplumsal ilişkiler ağının, dilin, sosyalleşmenin bulunduğu nihai düzen olarak tanımlanır.

Tabii bunlar hiçbişey ifade etmemiş olabilir, o yüzden örneklemek yerinde olur: Herhangi bir insanın hayatını ele alalım: Gerçek, henüz anne karnındaki döneme karşılık gelir. Burada bütün ihtiyaçlar karşılanmaktadır, dilin oluşmasına gerek yoktur, cenin annenin bir "uzvudur". Doğum, ilk "ihtiyacın" ortaya çıktığı andır, ki bu da anne ihtiyacıdır. Dil, ihtiyaç nedeniyle yapılanır. Bebek, birey olmadan evvel, kendisini eksik hisseder, sanki bir uzvu eksikmiş, ya da bizzat kendisi eksik bir uzuvmuş gibi. Bu noktadan sonra imgesel düzene geçiş başlar, bu da bebeğin kendisiyle veya bir benzeriyle karşılaşması ve bir "bedensel bütünlük imgesi"ni kafasında oluşturması demektir. Yani imgeselde, birey kendi bedensel bütünlüğünü tanımaya başlar. Simgeseldeyse, artık konuşmaya başlar ve toplumsal-ailesel düzenin içerisinde bir "özne" haline gelir.

Ancak özne, her zaman "yaralanmıştır". Simgesel düzende kendisini birebir karşılayan bir göstereni yoktur. Başka gösterenlerle olan farkının toplamından ibarettir, yani kendisini bir karşıtlıklar silsilesi üzerinden, genelgeçer kavramlarla inşa etmeye uğraşır, ancak hiçbir zaman bütünüyle simgesel ağın içinde varolamaz; dışarı taşan bir "gerçek parçası" kalır.

Buraya kadar sıkılıp okumayı bırakmadıysanız, şimdi olayı fiziğe bağlıyorum ve daha da sıkıcılaştırıyorum. Gerçek dediğimiz kısım, tanımlanamayan, kaotik olan, dile dökülemeyen ve dolayısıyla da hiçkimse tarafından "hatırlanmayan" bir deneyimdi. Dolayısıyla "ölüm" için de Lacan'ın "gerçek" tanımını kullanabiliriz; kaotik, ne olduğu bilinmeyen, tam olarak ifade edilemeyen bir durum. Yine de bütün yaşamımızı, en temel dürtülerimizden en rasyonel düşüncelerimize kadar şekillendirebilen bir "gerçek".

Fiziğin temellerine girdiğimizde de benzer bir "Gerçek" ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Şu meşhur "Büyük Patlama"'nın ilk birkaç mikrosaniyesi, fiziksel kurallarla açıklanamaz. Bir tanımsızlık, hatta imkansızlık vardır bu noktada. Ancak sonrasındaki bütün olaylar fiziksel kanunlara göre açıklanabilmektedir. Yani bizim anladığımız şekliyle "fiziksel dünyanın dili", bu en baştaki "imkansız çekirdek" üzerine kurulmuştur. Bu çekirdek olmadan, fiziksel dünya, fiziğin dili, fiziğin kanunları bildiğimiz şekilde oluşamazdı. Daha doğrusu, fiziksel gerçekliği kendi simgesel bilim söylemimizle ifade edemezdik. Fiziksel teoriler geliştikçe geriye dönüşlü olarak bütün evreni açıklayabilmiş olsalar da, tıkandıkları, erişemedikleri bir nokta daima var olacaktır.

"Mutlak sıfır" konusunda da benzer birşey söylenebilir. Teorik olarak, -273K derecesinde parçacıkların hiçbir enerjisi yoktur. Birçok deneysel yöntemle maddeleri bu ısıya yakın bir dereceye düşürmek mümkündür, yani parçacıkların enerjileri durmaya çok yakın gelebilir, ancak asla tamamen durmaz. Termodinamiğin yasalarından biri "sonlu sayıda işlemle mutlak sıfıra ulaşmak imkansızdır" der. Bu da demek oluyor ki, termodinamik yasalar, ulaşılması mümkün olmayan bir imkansızlık etrafında şekillenmiştir. Günün birinde -273K'ya ulaşılacak olursa, bütün termodinamik bilimini yeniden yazmak gerekecektir; ama bu, zaten tanım olarak imkansızdır.

Benzer bir "anomali" Heisenberg'in belirsizlik ilkesinde vardır. Buna göre bir kuantum parçacığın hızı ne kadar biliniyorsa, konumu o kadar belirsizdir. Ve konumu ne kadar belirliyse, hızı o kadar belirsizdir. Kuantum mekaniğine dair bildiğimiz ne varsa bu temel ilke etrafında kurulmuştur. Halbuki ilkenin kendisi, bir "imkansızlığa" işaret etmektedir. İşte bu imkansızlık, Gerçeğe aittir.

Madde-dalga karşıtlığında da bir tanımsızlık mevcuttur. Elektron ve foton en temel parçacıklar olmalarına rağmen ne tam olarak dalga, ne de tam olarak madde kavramlarıyla karşılanabilirler. Elektron dalga gibi davranabilir. Fotonların da momentumu mevcuttur. Sanki bu parçacıklar da özne gibi bir şekilde bölünmüşler; belli başlı davranışları fizik kuralları çerçevesinde açıklanabilmesine rağmen, net bir tanım yapmak, tek bir gösterene indirgemek imkansızdır.

Lacancı teoriyle fiziğin temellerinin bu derece örtüşmesi beni epey şaşırttı doğrusu.Bu bağlamda bir tez bile yazılabilir mi peki? Bence yazılabilir.

Bu vesileyle, herkesin yeni yılını kutlarım.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Marx'a neden hala ihtiyacımız var?

Şu "komünizm ütopya abi, olmaz o iş" söylemi artık canıma tak etti doğrusu. Marx'ı uçuk bir idealist, İnsan Özü'nün farkında olmayan bir nevi Polyanna olarak algılamak, ona yapılacak en büyük hakarettir bence. İşin çok fazla teorisine girmeden (çünkü acaip hakim olduğumu söyleyemem), genel prensiplerle bugün Marx'ın neden hala önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Bilenler bilir; kendimi marksist olarak tanımladığım pek söylenemez. Hatta kapitalist sistemin avantajlarına değindiğim de oldu. Komünizmin bir ütopya olduğu da doğru, ve hatta Marx'ın öngördüğü şekilde gerçekleşmeyeceğini de yavaş yavaş anlıyoruz.

Ancak bizim bugün ihtiyacımız olan şey, tam anlamıyla bir ütopya. Üstelik alışageldiğimiz kapitalist sistemin sınırları dışından tanımlanan bir ütopya. Bu, illa marksist bir ütopya olacak diye bir kaide yok. Yeter ki, kapitalizmin dışında dursun, kapitalizmin hastalıklarından muzdarip olmasın. Bu yeni dünya halinin adı önemli değil, o yüzden şimdiden "komünizm, anarşizm, sosyalizm" gibi bir ad vermeye gerek yok. Belki de bunların da ötesinde bir sistem kurmamız gerekiyor.

Aslına bakarsak, kapitalist sistem de kendisini saf haliyle bir ütopya olarak sunmuyor mu bize? Alternatifsiz ve tamamiyle özgür bir ütopya..Çünkü insan özüne, bencilliğe, güçlünün hayatta kalmasına dayanıyor. Bundan doğal ne olabilir? Hakettiğimiz gibi, birbirimizle rekabet ederek yaşıyoruz işte. Hayvanlar da böyle yapıyor. Değil mi?

Gelir dağılımı adaletsizliği, emeğin sömürülmesi, şok doktrinleri, mali krizler, işsizlik, artı-değerin dağılımı, ganimet paylaşımı-enerji kaynakları-sınırlar-toprak için yapılan bütün savaşlar..bunlar zaten bilindik zararlar ve dönüp dolaşıp yalnızca belli sınıfları etkiliyor. Bu çatışmaları yöneten sınıf, güllük gülistanlık yaşıyor, gibi. Öyle mi gerçekten?

Bugün en fakirimizden en zenginimize; kişiliğimizi tanımlamanın yolu, sahip olduğumuz eşyalardan ya da çalıştığımız işlerden geçiyor. Aynası iştir kişinin, bi nevi. Markalar, birer dine yakınsıyor. Patronlar, gün geçtikçe gaddarlaşıyor ve gaddarlığı iş dünyasının bir vazgeçilmezi olarak olumluyor, normalleştiriyorlar-ve dahası, çalışanlar da bunu kabullenmekte tereddüt etmiyor artık. Gündelik araç-gereçlerimiz yalnızca "modern" ihtiyaçlarımızı karşılamakla kalmıyor, sosyal statülerimizi de belirliyor. Burada bir çarpıklık yok mu? Burada sınıfların ve gelir dağılımının ötesinde, insani değerlerle, kim olduğumuzla ilgili bir yanlışlık yapılmamış mı?

Şimdi "insan özü bencildir, komünizme yanaşmaz" savına gelebiliriz. "Sahip olduğu" eşyalarla-veya zoraki (yalnızca para kazanmak için) çalıştığı işlerle tanımlanan insan özü, gerçek bir öz değildir. Olsa olsa sonradan, kapitalizm tarafından, kapitalizmin ihtiyacı için üretilmiştir. Bu özel üretilmiş insandan maksimum verim alabilirsiniz; kendisini tanımlaması için çalışması ve bişeylere sahip olması gerekecektir çünkü. Antropolojiyi, psikolojiyi, tıbbı, rehabilitasyonu, tarihi, iktisadi bilimleri, pozitif bilimleri, genetiği, yani her türlü "bilgi" ürününü, bu özü oluşturmak ve bu özü, bu sağlıksız sağlığı, bu bencil ekonomiyi bilimsel söylemler çerçevesinde "norm" haline getirmek için kullanabilirsiniz.

Tabii burada kilit sözcük "sahip olmak". Sahip olmayı hayatının ortasına koyan insan, elbette bencil olacaktır, elbette paylaşmaya, başkasının iyiliğini düşünmeye gerek görmeyecektir. Ama bu özü yeniden tanımlamak, ortadan kaldırmak ya da en azından dönüştürmek bizim elimizdedir. Ve bunu yapmazsak, korkarım tarih sahiden de bir tekerrürden ibaret olacak. Tekerrür etmesinden keyif duyacağımız bir tarihe sahip olduğumuzu söylemekse, epey zor.

Marx'ın en önemli ve "devrimci" söylemlerinden biri budur işte. İnsanın kendisini "bişeylerin sahibi" veya "birilerinin üstü" olarak görmeleri gerekmediğini söyledi(üstelik bunu söylediği zamanlar globalleşme, franchise'laşma gibi uzantılar henüz yoktu). Dolayısıyla bize kapitalizmin ve onun tarafından tanımlanmış insan özü'nün dışında durulabileceğini gösterdi. Ve bunu söylerken dil, din, ırk, ülke, cinsiyet gözetmedi, bütün insanlar ve bütün dünya için söyledi.

Yani Marx özelde kapitalizmi eleştirdi diye Marx değil bana kalırsa. Yerleşik sistemin kalıplarının, ve daha da önemlisi insan özü diye dayatılan kapitalist şahıs modelinin dışında düşünebildi ve böyle yaparak tarihin seyrini değiştirdi. Şimdiye kadar onun adına yapılan girişimler hüsranla sonuçlanmış olsa da, bu Marx'ın değerini azaltmaz; aksine onu daha iyi tanımamız, belki daha sıkı eleştirmemiz gerektiği anlamına gelir.

Blog yazılarımın olmazsa olmazı Zizek'ten bir alıntıyla bitireyim: "The future will either be utopian, or there won't be any future.".

24 Kasım 2009 Salı

sivilleşiyor muyuz ne?

Son iki haftadır yaşananlar insanı şaşkına çeviriyor. Burası gerçekten de yarın uyandığınızda ne olacağını bilemediğiniz bir ülke. Çat diye AB'ye girebiliriz, demokratikleşebiliriz, bir anda asker kapımızı çalabilir, hükümet bizzat diktaya yönelebilir..herşey karmakarışık.

Hoş, geçmişte de karmakarışıktı diyeceksiniz. Sanırım öyleydi, ama bir farkla: bugün herkes konuşabiliyor. Sanırım yavaş yavaş sivilleşen ve sesini çıkartan bir toplum haline gelebiliyoruz. 301'leri, faili meçhulleri, sansürlü yılları geride bırakıyoruz. Tabular, kırmızı çizgiler, kutsallaştırılmış resmi ideoloji ve tarih açık açık tartışılmaya başlandı. Artık en kemalist, en asker-yanlısı gazetecilerin-milletvekillerinin-kanaat önderlerinin-hatta askerlerin bile görmezden gelemediği ve belki de ilk defa bu kesimleri özeleştiri yapmaya zorlayan bir momentumu var toplumun.

İşte Onur Öymen'in Dersim ayıbına karşı 300 CHP'linin istifası. Bundan daha sevindirici bir haber olabilir mi? CHP'den bile insana ümit veren bir hareket-bir söylem yükselebiliyor işte. Ha gayret!

Ve 25 kasımda olağanüstü bir toplu grev planlanıyor. Umarım Başbakanın aba altından sopa göstermesine aldırmadan yüzbinlerce işçi ve memur sokaklara dökülecek ve "hayat" duracak. Onlara insan gibi yaşam koşulları sağlamadan bu "hayatın" ilerleyemeyeceğinin farkına varması gereken çok kodaman var bu ülkede. Bu noktadan sonra hem iktidar hem de muhalefet kendine bir çekidüzen vermek zorunda kalacak gibime geliyor. Çünkü artık insanların sesi çıkmaya başladı, ha gayret!

Devletine ya da patronuna, müdürüne, komutanlarına, vekillerine boyun eğen milyonlarca insandan ibaret bir toplum, AB'ye girse ne olur, gayrisafi milli hasıla milyar dolarlara ulaşsa ne olur..Bunun farkına varmaya başlıyoruz bana kalırsa ve bu sayede 12 eylül'ün kabuğu artık onarılamayacak bir biçimde çatladı. Bu noktadan geriye dönüş imkansız. Ama halen bir belirsizlik, bir güvensizlik var, o yüzden sürecin "kesintiye" uğraması da söz konusu olabilir.

Herkesin takkesi düşüyor ve toplum; biraz kendi kelliğine şaşırırken, devletin korkunç bir aymazlık ve soğuk bir profesyonellikle senelerdir uyguladığı zulme isyan ediyor. Artık sadece kahve köşelerinde değil, meclis oturumlarında da Dersim katliamı, OHAL, zorunlu göç, yakılan köyler ve daha nice faşizan uygulama dile getiriliyor.

İlk kez, bu ülkede başka darbe olmasın diye, darbe girişimlerine karşı, derin devlete, çetelere, cuntalara karşı yürüyüşler yapılıyor. Usulsüz dinlemelere karşı protestolar düzenleniyor. Kürt açılımına karşı da yürüyüşler düzenleniyor. Düzenlensin, hepsi yapılsın ve ortaya dökülsün. Burada yürüyüşlerin ideolojik angajmanı benim için ikinci planda-insanlar sokağa insin ve derdini herkese duyursun. Bu "dertlerde" samimiyet sorgulaması yapmak olmamalı şu an önceliğimiz (tabii şiddete meyledenlerden bahsetmiyorum). Sokağa inen herkese bir söz hakkı verilmeli. Bir hesaplaşma, bir yüzleşme olacaksa, bu; sembolik kişi ve kurumlar arasında değil, sivil toplum platformunda-sokakta-karşı karşıya olmalı. Başka türlü tanışmak, ve karşındakini anlamak, ya da öteki'nin çarpıtılmamış sesini duymak mümkün değil.

Bunca yıldır evlerimizde kapalı kalmak-düşündüğümüzü söyleyememek-söylediğimizde başımıza gelebileceklerden korkmak bizleri köreltti. Kokuştuk, ve ürkek bir toplum olduk. Kulaklarımızı tıkadık. Merkez medyadan gözucumuza sızan haberlerse biz'e benzemeyen herkesin iç veya dış "mihrak" olduğunu salık veriyordu. Elimizde öteki'ne dair hiçbir veri olmadığından, ve dahası bir veri alma zahmetine giremeyecek kadar kendimizden-ideolojimizden-tarihimizden-haklılığımızdan emin olduğumuzdan, içimizdeki bu düşmanlığı büyüttük. Tabi bu ısrarcı sağırlığımız-bu seçilmiş cehaletimiz sayesinde "öteki tarafta" da sabırlar iyice zorlandı.

Bunca yıl bu devletin zulmü nasıl da konuşulmamış, nasıl da ülkenin doğusu batısından bu denli kopmuş, nasıl da birbirimizin acısından, mutluluğundan, zenginliğinden, fakirliğinden bihaber yaşamışız..Sokakları devlete terk etmişiz işte, bu tabloda bizim de payımız çok! Artık "yıpratmamaya özen göstermemiz gereken kurumlar" konuşmasın ya da davranmasın bu halk adına. "Ulusal çıkarlar" karargahlarda değil, sokaklarda, miting alanlarında, panellerde, grevlerde, gösterilerde belirlensin. Varsın hayat bir günlüğüne, ya da birkaç günlüğüne dursun. Varsın, biraz daha para kaybedelim. Yeter ki konuşmaya, tanışmaya, toplum olmaya başlayalım.

Ha gayret!

9 Kasım 2009 Pazartesi

mağduriyet müzesi

Bazen kendimi yersiz-yurtsuz hissediyorum.

Mesela yabancı biri TC'yi eleştirdiğinde, ister istemez savunmaya geçiyorum, "ama fransada böyle oldu, almanyada şöyle oldu" diyorum. Başka bir yerde TC'yi eleştirirsem bu sefer türk arkadaşlarım, ya da akrabalarım "fransada böyle, almanyada şöyle oldu" diyor. Acaba kendi suçlarımızı başkalarının suçlarıyla örtmeye çalışmak biraz boşuna mı? Bu milliyetçi çarpıtmayı hepimiz kullanıyor muyuz? Kimden kaçıyoruz? Neyi saklıyoruz?

Bir ulus nasıl oluşturulur? Bir ulus-devlet nasıl kurulur? Bu kurma aşamasında neler yaşanmıştır? Bunlar sonradan nasıl hasıraltı edilmiştir? Acaba bizim kimliğimize devlet çok mu bulaşmış? Devleti parlattıkça, kendimizi de parlattığımızı mı düşünüyoruz? Ve devletimizi eleştirenler, gıyabımızda bizi de mi eleştiriyor?

Hiçbir ülke göremiyorum ki vatandaşları eşit ve özgür yaşayagelmiş olsun. Ne küba, ne venezuela, ne abd, ne ab, ne çin, ne japonya, ne de türkiye.. Bütün ülkeler, kendi çıkarları ve mevcudiyetleri uğruna binlerce, belki milyonlarca insana her türlü zulmü reva görmüş. Bu kuralı bozabilecek bir istisna dahi yok. Devletler, adeta çeşit çeşit mağduriyetin (pogrom, soykırım, sosyal adaletsizlik, işkence, sürgün, mübadele, savaş) sergilendiği birer müze haline gelmişler. Dahası, tamamen keyfi, tamamen savaşlara dayalı sınırlar çizerek evrenselliği, tanışmayı, kaynaşmayı imkansız hale getirmişler. Böyle olunca ben de kendimi hiçbir ülkeye ait hissedemiyorum. Sadece toprağa ait hissediyorum. Sahiden, tarihte adil bir devlet olmuş mu? Belki de adil devlet, yalnızca bir oxymoron.

Ama bu kadar ağlamak yeter..Çözüm nedir? Devletin tasfiyesi mi? Devlete savaş açmak mı? Bütün kurumları reddetmek mi? İnzivaya çekilmek mi?

Peki devleti, ulusçuluğu, kapitalizmi, (hadi klasik solcuları da kırmayayım) emperyalizmi insandan bağımsız entity'ler şeklinde düşünerek onlarla mücadele etmek mümkün mü? İnsanların kontrol etmediği, ve tam tersine artık onları kontrol eden bir mega-sistem mi sözkonusu? Yoksa kapitalizmle savaşmak için, onu yürüten ve ilerleten herkesle savaşmamız mı gerekiyor?

Bu soruya verilecek klasik cevap elbette bir devrim. Ve nihayetinde anarşizm veya komünizm. Merak etmeyin "denendi ama olmadı abicim, geçti o devir" tadında klişe serzenişlerde bulunmayacağım. Elimizde hiç değilse bir prensip var (eşitlik ve adalet(hukuk değil, adalet!)), bunu yeniden üretmek, günümüze uyarlamak, farklı versiyonlarını üretmek mümkündür her zaman. Kapitalizmin yol açtığı mağduriyetle, komünizme gitmeye çalışan devletlerin yol açtığı mağduriyeti de kıyaslamayacağım. Apaçık ortada ki, rejimler üstü, ideolojiler üstü bir yanlışlık var ortada. Onu gidermeden, hangi yolu tutturursak tutturalım, adil ve eşit olmak mümkün olamayacak.

Peki bu yanlışlığın adını koymak mümkün mü? Genetiğimize kadar işlemiş bir iktidar mı?Bir bilgi hiyerarşisi mi? Üretim süreçlerinin dikte ettiği sınıflaşma mı? Hiçbir zaman eşit olamayacağımızı kendi kendimize çoktan itiraf etmiş olmamız mı? Böyle bir adımı atmamızı engelleyen bir "insan özü" gerçekten var mı, yoksa bu da bizi kaderimize razı etmek için inşa edilmiş bir öz mü?

Peki, son raddede bize gereken nedir? Yeni bir yol mu, iktidarı dışlayan bir düzen mi? Barışçı bir yol mu? Bu da dünya tarihi gözönüne alındığında çok naif bir girişim olur..

Öyleyse napalım? Şimdilik bilmiyorum. Elimde "şunu şunu yaparsak kurtuluruz" şeklinde sihirli bir formül yok. Ama en azından düşünmeye başlamamız, ya da düşünmeye başlamamız gerektiğinin farkına varmamız bile önemli sanırım.

Bu minvalde herkese 3 Aralıkta Boğaziçi Üniverstesindeki Slavoj Zizek konferansına katılmayı öneriyorum!

30 Ekim 2009 Cuma

resmi bayram vesilesiyle..

Taraf gazetesi, her zaman olduğu gibi dünkü "resmi bayramı" da kutlamadı. Böylelikle basın-yayın organlarında, internet ortamlarında ideoloji müdavimlerinin biricik hedefi olmayı sürdürdü.

Her gazeteye "resmi ideolojiyi yeniden üretme mekanizmasının" bir parçası olma görevi verilmiş çoktandır. Artık hiç kimse bir direktif vermeden, bütün gazeteler, kendiliklerinden bu "resmi bayram"ların üzerine atlıyorlar ve en büyük manşeti kim atacak, en büyük bayrağı hangi gazete verecek, en "karizmatik" siyah-beyaz Atatürk posterini kim hediye edecek diye yarışa giriyorlar. Kazanan, elbette "en vatansever gazete" olacak. Karnelerine yıldızlı pekiyi yazılacak.

Tabii sadece gazeteler değil: okullar, belediyeler, devletin en altından en üstüne her kademesi bir garip panik hali yaşıyor adeta. Onları "gözleyen" birisi var sanki, ve en ufak bir hatada, en küçük bir isteksizlik belirtisinde cezalandırılacaklar. En kötüsü de küçücük öğrenciler saatlerce ayakta bekletilip, anlamadan ezberledikleri şeyleri söylüyorlar (zorunlu din dersine karşıyken, buna da karşı olmak gerekmez mi?).

Bizde vatanı sevmekten kolay bişey yok. Elinde bayrak salla, onyıllardır söylenegelen marşları bas bas söyle, rozetini-kolyeni tak, bir de mümkünse ilkokulda ezberletilenler dışında tarih öğrenme: işte sana örnek bir vatansever! Vatan yalnızca "uğruna dökülen kan" üzerinden bir çırpıda kurulduğunda, vatan sevgisi de bayrak boyutuyla, Atatürk'e tapma oranıyla veya marş söylerken sesini yükseltebildiğin frekansla ölçülebiliyor elbette.

Tabii birçok insan bunu "görev" bilinciyle yaptığından, sorgulamayı aklından bile geçirmediğinden kendisine bir gurur vesilesi yapabiliyor bu bayram kutlama hengamesini. Ve birçok insan da gerçekten barışın, kardeşliğin, güzide rejimimizin büyük bir coşkuyla kutlandığına tanık olduğunu düşünüyor ve seviniyor. Onlara kızamıyorum, eleştiremiyorum, çünkü onlar en azından samimiler. Ben de böyle olmasını dilerdim doğrusu, ama bu durumun ülkede yaşayan 70 milyon kişi için geçerli olduğunu hiç zannetmiyorum. Bu ülkeye eşitlik geldiği zaman, ben de fener alaylarına katılabilirim. Ama hangi ülkeye, ne zaman eşitlik gelmiş? Ona da henüz cevap veremiyorum..

Peki, bu bayramlar niçin önemli? 86 yıllık "değerler" herkes tarafından paylaşılabiliyor mu? (antiparantez kendime referans vereyim-okumayanlar varsa "kazanımlarımız" başlıklı yazımı okuyunuz lütfen) Sözgelimi, bu vatanın sorunlarını çözecek irade, bu bayramlar vesilesiyle ortaya konabiliyor mu? "Kim, nerde, nasıl kutladı?" sorusunun cevabını aramaktan, ülkenin gerçek sorunlarına ayıracak vakit ve enerji kalıyor mu? Ülkenin doğusunda da batısında da "TC" dendiğinde akla aynı şeyler mi geliyor?

Cumhuriyet gazetesinin dediği gibi, sahiden: Neyi kutluyoruz? Kutlamaya değer bir cumhuriyetimiz var mı gerçekten? Eski başarıların nostaljik bir nakaratından öteye gidip de, "bakın bugün de bunları kazandık, bu başarıları elde ettik" diyebiliyor muyuz?

Eğer bir gazete, resmi bir bayramı kutlamadı diye "hain, gerici, bölücü, düşman" konumuna rahatlıkla düşüyorsa, bence bu bayramın resmiyetinde bir sorun var demektir. Faşizm konuşma zorunluluğunun yanısıra, acaba bir de "kutlama zorunluluğu" olabilir mi?

KUTLAYIN ULAN CUMHURİYETİ!

27 Ekim 2009 Salı

hassasiyet, ifade özgürlüğü ve "politik doğruculuk"

Bugünden itibaren evde olduğum her gün kısa da olsa bi yazı yazacağım desem, inanır mısınız? Ben bile kendime inanmıyorum, ama denemeye karar verdim.

Ne zamandır değinmek istediğim bir konuya Serdar Turgut'un bir yazısı ve Rojin'in tepkisi üzerine değinmeye karar verdim. "Politik doğruculuk" (politically correctness) ifade özgürlüğünü ne zaman baskı altına alır, veya ne zaman gereklidir, veya gerekli midir?

Öncelikle polemiği bilmeyenler için kısaca anlatayım: Serdar Turgut 24 Ekim'de "PKK teröristi olmadığıma pişmanım" başlıklı, bence bir hayli keyifli bir yazı yazdı. Ve alışılmış üslubuyla çeşitli fantezilerini sıraladı. Bu fanteziler arasında Rojin'i dağa kaçırmak, onunla evlenmek ve hatta seks kölesi haline getirmek dahi var. Ve bugün çıkan habere göre Rojin bu yazı yüzünden Serdar Turguta dava açacakmış. Yargılanıp da ceza alırsa, Turgut 6 aydan 4 yıla kadar hapis yatabilir.

Rojin'in açıklaması, dava açma girişiminden bile beter: "Serdar Turgut’un ‘dağa kaldırmak’, ‘seks kölesi yapmak’ gibi ağzı salyalı erkek edebiyatının en ucube cümlelerine fütursuzca kullanmaya cesaret etmesinin nedeni, benim Kürt olmam mı, hele de kadın olmam mıdır".

Doğrusu ben bu sözlerde aşırı bir alınganlık ve hassasiyet seziyorum. Öncelikle Serdar Turgut'un gözünün ucuyla görebildiği hemen her kadınla ilgili böyle fantezileri olduğuna can-ı gönülden inanıyorum. Aslında inanmıyorum, biliyorum. Çünkü yazılarını biraz takip etseniz Marge Simpson'dan Anne Bancroft'a, Özge Uzun'dan çeşitli porno yıldızlarına kadar birçok kadın hakkında çeşitli cinsel fantezilerini defalarca yazmış bir insan. Dolayısıyla bu "ağzı salyalı" cümleleri yazmasının Rojin'in etnik kimliğiyle veya cinsiyetiyle hiçbir ilgisi yok.

Peki bir insan cinsel fantezilerini, üstelik mizahi olduğu apaçık olan bir üslupla yazdı diye yargılanmalı mıdır? Hatta hapis yatmalı mıdır?

Tamam Rojin'in yaşadığı zorluklar var, bu toplumda Kürt olmanın da kadın olmanın da getirdiği fazladan mağduriyet de var. Bunun yanısıra Kürt sorununda "çözüm" arayışları da had safhada. Serdar Turgut'un buna yabancı olduğunu düşünmüyorum. Ama mizahta biraz absürdlüğe, biraz ölçüyü kaçırmaya müsade yok mu? İnsanın arada sırada, ne kadar ciddi olurlarsa olsunlar, toplumsal figürlerle dalga geçmeye hakkı yok mu? Böyle bir yazı yüzünden bir adamın 4 yıl hapis yatması, yeni bir mağduriyet yaratmak değilse nedir? Mağdur psikolojisiyle hareket edip yeni mağduriyetler yaratmak..toplum olarak içinde bulunduğumuz kısırdöngünün formülü buna benzemiyor mu?

Eğer Turgut bu yazı yüzünden ceza alırsa, Türkiye'deki ifade özgürlüğü kavramının ne kadar absürd olduğuna bir kez daha kanaat getirmiş olacağım. Zira daha geçenlerde "Her şehit için 5 DTP'li öldürülmeli" diye yazan köşeyazarı, beraat etti. Evet, bu laf ifade özgürlüğüne girebiliyor. Bence ifade özgürlüğü "şiddete teşvik" noktasında durmalıdır. Ama onun dışında gerçekten neyin hakaret, neyin hiciv olduğu konusunda oturup düşünmek gerekiyor. Bir düşüncenin ifadesi hangi koşullarda suç olabilir?

Bence Rojin'in vereceği en güzel cevap "senin çükünü keserim" olurdu. Ciddiyetle söylüyorum bunu. İfadenin cevabı, yeni bir ifade olmalıdır, doğrudan mahkeme celbi değil. Hoş, bu cevap Serdar Turgut'u belki daha bile tahrik edebilirdi ama, olsun. Herşeye aşırı hassasiyet, aşırı ciddiyetle yaklaşmak ve hayatla, kendimizle, etrafımızla dalga geçmeyi doğrudan "hakaret" olarak algılamak bizim temel sorunlarımızdan biri. Hali hazırdaki sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyoruz böyle yaparak. Hayatı, kendimizi, ideolojimizi aşırı ciddiye alıyoruz. Gelip-geçiciliğimizi, önemsizliğimizi, hayatın kısalığını "davalarımız" yüzünden unutuveriyoruz. Mizahı, fanteziyi, hep bir hor görme, aşağılama olarak algılıyoruz. Çünkü aslında korkuyoruz, ufacık bir laf, kısacık bir cümle bütün gerçekliğimizi, inandığımız bütün değerleri, en önemlisi de kimliğimizi alaşağı edebilir diye korkuyoruz. Bu yüzden, benliğimizin bir parçası haline getirdiğimiz "sürekli mağduriyet" bilincini her fırsatta yeniden körüklüyoruz, sağlamlaştırıyoruz. Haliyle hem kendimizi, hem de etrafımızdaki insanları sıkıntıya sokuyoruz.

Taraf gazetesinin geçen gün imza attığı skandaldan sonraki tavrı hoşuma gitti doğrusu. Evet, skandal büyüktü ve hatta belki yaptırımı da olabilir, ama Taraf gazetesi, NTV'nin Tarafla dalga geçen fotoğrafını kendi sayfalarına da taşıdı ve "hakettik!" yazdı. Oysa aşırı alınganlık gösterip "bu kadarı da fazla, biz ciddi bir gazeteyiz" tutumuna girebilir ve polemiği uzatabilirlerdi.

Slavoj Zizek, bir konuşmasında Saraybosnadaki en edepsiz fıkraların hep en büyük acıların yaşandığı zamanlarda ortaya çıktığını anlatıyordu. Mizah, acının, felaketin, yıkımın adeta panzehiriydi. Kişinin kendini korumasını, yaşadığı korkunç olaylarla arasına bir mesafe koymasına yarıyordu. Bizim de bu absürdlükler ülkesinde yaşananlara biraz daha mizahi bi gözle bakmamız, hiçbişey için değilse akıl sağlığımız için gerekli değil mi? Kaldı ki sürekli mağduriyet ve yenilmişlik hissiyle hareket ediyorsanız, zalimler galip gelmiş ve benliğinizi sizden almış demek değil midir?

28 Ağustos 2009 Cuma

"Sevr'den BOP'a Türkiye" ya da anti-emperyalist potbori

Bu videoyu daha önce de izlemiştim, bu sabah tekrar inbox'umda görünce şöyle bi değineyim dedim. Sonra bir baktım kocaman yazı olmuş. Biraz dağınık oldu ama, idare ediverin artık.

Öncelikle bu video bir "belgesel" olma iddiasındaysa, kullanılan teknik çok yanlış. Dünya liderlerinin görüntülerinin arkasına heyecanlı müzikler koyup "bakın yine ne çeviriyolar" havası vermek, epey ucuz bir numara. Bu haliyle bir belgeselden çok propaganda filmi gibi duruyor.

Tarihte de sosyolojide de kesin ahlaki hükümler vermek, aslında biraz ahlaksızcadır. Bilgiye haiz olunabilir, ama yargılamak farklı birşeydir. Çünkü yargılarken, kendini de yargıladığın kesimden yukarıda bir yerde konumlarsın. Özellikle de özcü, ötekileştirilmiş ve hatta canavarlaştırılmış bir "Batı" üzerinden analiz yapmak, dahası, bu "öteki" analizi üzerinden bir kimlik kurmak, günümüzde yaşadığımız onca sorunun çözümü değil, belki de kaynağıdır. Yürürlüğe bile girmemiş bir anlaşmanın travmasını yaşayan ve onu canlı tutmaya çalışan bu zihniyet, sınırların gerçekten kalktığı, ulus-devlet anlayışının hiç değilse teoride bile olsa dönüşmeye başladığı bir dünyada bize daha ne kadar faydalı olabilir? Ben ve Öteki kavramlarını birazcık olsun değiştirmeye uğraşıp, karşılıklı diyaloğun, "bendeki öteki" veya "ötekideki ben" gibi kavramların önünü açmamız daha barışçıl bir dünyada yaşamamızın anahtarı değil midir? (merhaba sayın kalaycıoğlu!=))

Neyse, "belgesele" döneyim. 1918'de bir harita gösteriliyo, sonra pat diye 90lara geliyo. Bu, ciddi bir bağlantı mı, yoksa apaçık çarpıtma mı? Mesela 30'lu ve 40'lı yıllardaki Almanya ile bugünkü Almanya bir mi? Eminim o zaman da ne haritalar çizilmiştir. Bugün de aynı zihniyet sürüyor mu Almanyada? Yoksa biraz değişmiş olabilirler mi? İşte bu, bütün Batı'yı "değişmez bir bütün ve öcü olarak" gören zihniyetin ufak bir yansıması yalnızca.

Burada "Amerika zulmetmemiştir" diye bir savım yok elbette. Ama başka ülkelerin zulümlerini eleştirmeye ve onları 100 yıllık gizli emellerle suçlamaya başlamadan önce, yani kısacası bütün "dünya düzeni"ni emperyalist bir şablona indirgemeden önce, biraz da "türkiye düzeni"ne, bizim devletimizin 100 yıllık suçlarına ve emellerine bakmamız, ahlaken daha doğru olmaz mı? Hani "herkes kendi kapısının önünü süpürse" demek gibi. Ermeni tehciri, 6-7 eylül olayları, mübadeleler, yasaklar, Takrir-i Sükun kanunu, istiklal mahkemeleri, askeri darbeler, yargısız infazlar, işkenceler, derin devlet eylemleri, katliamlar, kapatılan yüzlerce sendika-gazete-sivil toplum örgütü-siyasi parti..bunların hepsini emperyalist ülkeler mi yapmış acaba? ülkemizin bugün içinde bulunduğu durum, şu yukarıdaki olayların bir sonucu değil midir aynı zamanda?

Örneğin "topraklarımızı paylaşıyorlar" yaygarası. 1. Dünya Savaşına durup dururken giren biziz. Osmanlı ve Almanya kazansaydı, toprak paylaşımı yapılmayacak mıydı? Yüzlerce yıldır yaptığımız fetihler, emperyalizmden sayılmıyor muydu? Bizim de ülke olarak gözümüze kestirdiğimiz topraklar, ganimetler yok muydu? "Musulu da alsaydık keşke" diye hayıflanmamızın nedeni, orada yaşayan Türkmenler midir, yoksa petrol rezervleri mi? Kıbrıs'ta çözümsüzlük üzerinde diretmemizin nedeni orada yaşayan Türkler mi, yoksa "stratejik konum" mu? İçimizdeki emperyalisti öldürebildik mi de dışardakilere çatıyoruz?

Savaş kazanıldığında, kazanan taraf yenilene çok ağır şartlar içeren anlaşmalar sunar. Yürürlüğe dahi girmeyen ve Yunanistan dışında hiçbir ülkenin imzalamadığı Sevr'in özelliği nedir gerçekten merak ediyorum. Neden özellikle bu anlaşma "öcü Batı"nın bütün kirli emellerini ortaya koyuyor da, sözgelimi Lozan aynı şekilde okunamıyor? Hoş, kurucu anlaşmamız dediğimiz Lozan'ın bile birçok ilkesini ihlal ettiğimiz de ortada, ama biz emperyalistlerden bahsedelim yine de. Unutmadan, belgeselde "Batı sevr'i yeniden kurmak istiyor" şeklindeki güzide ifadesine yer verilen Demirel, ne ölçüde güvenilir bir siyasetçidir? Bu ülkeye verdiği zararlar saymakla biter mi?

Açık toplum ve soros'a gelelim. Veya avrupadan maaş alan vakıflar. Bugün biliyoruz ki, AB'den en fazla fon alan kurumların başında TSK geliyor. Üstelik bu paraların tam olarak neye harcandığını bilme hakkımız da yok. Napıcaz şimdi? Açık toplum enstitüsüyle ilgili komplolara cevap veren bir yazı için bkz: http://www.bianet.org/bianet/bianet/106202-soros-uzerine-komplo-teorileri-ve-acik-toplum-enstitusu

Belgeselde (ve aslında ulusalcı argümanlarda) sık rastlanan bir başka çifte standart da şöyle gelişiyor: "Bizim" topraklarımızda yeni devlet kurmaya çalışan halklar "isyan" ediyor. Başka ülkelerde yeni devlet kurmaya kalkan halklar "özgürlük mücadelesi" veriyor. Bizim kurtuluş savaşımız ve sonrasındaki gelişmeler de aslında devlete isyan değil miydi? Öyleyse hangisi isyandır, hangisi özgürlük mücadelesidir? Bunun kriteri nedir? Hangisi kışkırtılmıştır, hangisi kendiliğinden gelişmiştir? Mesela kurtuluş savaşında rusya bize silah yollamıştı. O zaman kurtuluş savaşı, Rusların yardım ettiği bir Anadolu isyanı olarak da okunabiliyor mu? Yoksa burada emperyalizm dışında başka mekanizmalar da mı işlemektedir? Mesela halkların kendi kaderini tayin etmesi gibi bir ilkeden bahsedilebilir mi?Neden bahsedilmesin?

Yine belgeselin bi noktasında 1900'lerin başlarında Avrupada, Osmanlıya karşı ırkçı yayınlar gösteriliyor. Tıpkısının aynısını, birçok benzer örneğini bizim ülkemizde de bulmak hiç zor değil. Bugüne baktığımızda da iki tarafın marjinallerinde bu söylemlere rastlamak mümkün. Tam tersi düşünceler bulmak da mümkün, Türkiyenin AB üyeliğini destekleyen birçok aydın, politikacı, yazar vs. var avrupada. Tabii bu insanlar "öcü Batı" söylemine denk düşmedikleri için belgeselde yer almaya hak kazanamıyorlar.

Mesela "yeni bir kürdistan için yeni bir kürt kültürü" icad ediliyormuş Banu Avar'a göre. Bunu izleyen Kürtler eminim aşağılandıklarını hissetmişlerdir. Senelerce baskı altında, yasaklar altında canlı tutmaya çalıştıkları bütün bir kültürleri, emperyalist bir oyunmuş meğer! Bunu iddia etmek, artık çarpıtmanın da ötesinde, artniyetliliktir. Kaldı ki insan haklarını, demokrasiyi, çoğulculuğu sindirebilmiş olsaydık, bu unsurların ülkeye zarar vermek için kullanılmasının mümkün olamayacağını bilirdik. Aksine çoğulculuk, demokrasi ve insan haklarının gelişimi, ülkeyi bütünleşmeye ve huzura götürebilecek yegane unsurlardır.

Belgeselin sonlarına doğru "bütün bunlar olurken Türkiye fakirleşecek, ihracatı düşüp ithalatı artacak" diye bir cümle var. Bunun nesi doğru şimdi? 80'lerin başında 3-4 milyar dolar olan ihracat, bugün 120-130 milyara dayanmış durumda. 90'ların ortasında üç haneli enflasyon rakamlarında geziniyorduk, şimdi %8 çıkacak diye korkuyoruz. Türkiye ekonomisinin büyüdüğü apaçık ortada. Belki bu da Sevr planının bir parçasıdır..

Aslında daha önce sormamız gereken çok temel bir soru var: Batı medeniyeti, gelişimini tamamen sömürüye ve emperyalizme mi borçludur? Böyle kolay bir indirgemeye başvuracaksak, neden yaşam tarzı olarak batıya bu denli benzemeye çalışıyoruz? Bugün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan birçok icat Batı'da üretildi. Hem de işgücü veya hammadde sömürüsüyle falan değil, akıl gücüyle, bilimsel yöntemlerle, geceli gündüzlü çalışan bilimadamlarıyla. Cep telefonu, internet, buzdolabı, pantolon, televizyon, araba, tren, uçak..adamlar bu icatları yapmışlar ve bütün dünyanın kullanımına açmışlar. Bu icatların üretilmesinde en ufak bir emeğimiz geçmiş mi Türk halkı olarak? Hayır. Parası neyse verip, en doğal hakkımızmış gibi kullanıyoruz. Bu da bir çeşit sömürüdür işte (bu argümanın daha düzgün hali için bkz: sevan nişanyan-yanlış cumhuriyet). Sonra da, ironi bu ya, "batının emperyalist emelleri" diye tutturuyoruz, bunu bu kadar yaygın dile getirmemizi, birbirimize anti-Batı videolar yollamamızı bile Batı sağlamışken.

Dünyanın değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin "azınlık hakları" konusu 80 yıl öncekiyle aynı şekilde algılanmıyor günümüzde. Devletler artık "azınlıklara karışmayız" diyerek pasif kalmıyor, eşitliği sağlamak için pozitif ayrımcılığa kadar gidiyor. Ve biz azınlık haklarının geliştirilmesine dair anlaşmalara imza atıyoruz. AB'ye girmeye aday ülke olduğumuzu söylüyoruz. Bu noktada, Ruhban okulu sorununun, Kürt sorununun, Ermeni sorununun çözülmeye çalışılmasından doğal ne olabilir?

Bir başka çifte standart örneği: Almanyada yaşayan türkler, "bölücü unsur" olabilir mi? Orada Türkçeyle ilgili bir yasak geldiğinde biz buradan kıyametleri koparıyoruz. Almanya "içişlerimize karışıyorlaar, emperyalistleer" diye veryansın ediyor mu? Hayır. Ama kürtçeyi yasaklamayı da en doğal hakkımız olarak görüyoruz. Başka ülkelerdeki kürtler buna tepki gösterince de "kürdistan kuracaklar" diye paniğe kapılıyoruz.

Bu sorunların kökenine dönelim. Daha kuruluş yıllarında "sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" olduğumuzu iddia etmeseydik, acaba bu ülkenin tarihi farklı olabilir miydi? Bu ülke Kürdünün kendi kimliğiyle özgürce yaşamasına izin verseydi bir Kürt sorunu, terör sorunu yaşanmazdı. Bu ülke, kendi müslümanına sahip çıksaydı, ona önceden tanımlanmış bir moderniteyi dayatmak yerine, kendi modernliğini kurmasına izin verseydi "ılımlı islam" diye bir proje geliştirilemezdi. Bu ülke azınlıklarına sahip çıksaydı, azınlıklar bu ülkede yaşamaktan memnun olsaydı, şimdi emperyalist paranoyalara bu kadar kolay düşmezdik. Devlet sahip çıkmayınca, başkaları çıkıyor işte. Bu ilişki, lozanda bi komutanın lafıyla pat diye PKK'nın devreye girmesi arasında kurulan bağlantıdan biraz daha sağlam gibi duruyor bence. Kürt sorununun başlangıçta tamamen kültürel haklara dayalı bir sorun olduğunu görmemek için de kör olmak, ya da bu ülkenin aleyhine çalışıyor olmak gerekiyor, diye bir genelleme yapma hakkım var mı?

Kısacası Batı da Türkiye de değişmez, geçmişten bugüne hep aynı kalmış özcü varlıklar değiller. Ve bunca yıllık etkileşimden, savaşlardan, barışlardan, anlaşmalardan, ticaretten, göçlerden sonra "mutually exclusive" de değiller, yani biz Batının bir parçasıyız, batı da kaçınılmaz olarak bizim bir parçamız. Değişebiliriz ve hatta değişmek zorundayız. Hem AB'de hem de Türkiyede bir kimlik bunalımı yaşanıyor. Bu minvalde kırmızı çizgiler de, mavi çizgiler de değişebilir, daralabilir veya uzayabilir veya yeniden tanımlanabilir. Bu, tarihin ve toplumlarının kolektif momentumunun kaçınılmaz bir sonucudur. "Obsolete" hale gelen düzenler ve zihniyetler, değişmeye veya yok olmaya mecburdur.

18 Ağustos 2009 Salı

kazanımlarımız

Ah ah yine çok ihmal ettim blogu tatil ayağına. Neredeyse ayda bir yazar oldum. Halbuki yazılacak, düşünülecek, üretilecek ne kadar çok şey var.

Şu sıralar "Kürt açılımı" etrafında gelişen tartışmalar var elbette. Ancak ben bunun teorisine girmek istemiyorum şu anda, bunu zaten herkes konuşuyor ve anlatan çok da iyi anlatıyor.

Ben özellikle açılıma karşı çıkanların öne sürdüğü fantastik bir hikayeyi ele almak istiyorum. "Cumhuriyetin kazanımları" hikayesini. Çünkü, bu ülkede bişeyler değişecek olduğu zaman, bu değişimin karşısında duranların otomatikman yumurtlayıverdiği isim tamlaması bu. Fakat bu kazanımların içeriği üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi için ne zaman radikal, daha önce görülmemiş bir adım atılsa, "kazanım"ları kaybetme korkusu sarıyor yurdum muhalifini. Öyle ya, şu 80 yılda neler neler kazandık!

Şimşekleri üzerime çekmek pahasına soruyorum: cumhuriyetin kazanımları nedir? Şu an içinde bulunduğumuz "ahval ve şerait içinde dahi", hangi kazanımımızla gerçekten gurur duyabiliyoruz? "Evet, ülkemiz şu şu durumda ama hiç değilse şuyumuz var" diyebildiğimiz, gerçekten, ne var?

Belki farklı kesimler için farklı "kazanımlar" söz konusudur. Cumhuriyet, belli zümrelere belli avantajlar sağlamıştır elbette. Ama "cumhuriyetin kazanımları" deyince ben herkesin hemfikir olabileceği, bu ülkede yaşayan herkesin bir yerinden tutabileceği ortak bir ilke aklıma getirmeye çalışıyorum. Ve her nasılsa bulamıyorum. Bulursam, bu sefer bu ülkenin yaşandığı onca çalkantıyı, onca çatışmayı, onca kaosu nasıl açıklayabiliriz zaten? Sağ-sol çatışması, müslüman-gayrimüslim çatışması, alevi-sünni çatışması, dinci-laik çatışması ve liste uzayıp gider..Bütün bu çatışmaların en önemli nedeni, cumhuriyetin ortak bir zemin, hepimizin meşruiyetini kabul ettiğimiz müşterek bir platform, diğer bütün değişim ve devrimlerin üzerinde bir "kazanım" sağlayamaması değil midir? Bir "1000 yıllık kardeşlik" hikayesi var örneğin. Şu 1000 yıla bakalım, acaba son 100 yılda çatıştığı kadar çatışmış mı bu toprakların insanları birbirleriyle? Ne oldu da 1000 yıllık kardeşlik bozuldu, kardeşim? Bi batırıverin çuvaldızı devlete!

Şu kazanımların neler olabileceğine bakmak istiyorum, gerçekten. Diyanet işleri başkanlığının, zorunlu din derslerinin, devletten maaş alan imamların olduğu bir ülkede laiklik bir kazanım olabilmiş midir? Dahası, üniversteye gelen genç kızların kılığını kıyafetini denetime tabi tutan bir devlet, kendi rejimine ne ölçüde güvenmektedir?

Devlet yönetimi artık babadan oğula geçmiyor, halk kendi yöneticisini seçiyor dedik. İyi, güzel. Peki ya Özal'a kadar bütün cumhurbaşkanlarının "genelkurmaylıktan terfi ederek" gelmesi neyin nesiydi? Halkın, hem de yüksek oy oranlarıyla seçtiği milletvekillerinin darbelerle alaşağı edilmesi, bir başbakanın asılması, belki yüzlerce gazetenin, STK'nın, sendikanın darbe dönemlerinde kapatılması, halkın iradesi miydi?

Peki ya eşitlik? Şu Kürt meselesi etrafında tartışılanlara bakıyorum, kimisi böyle bir sorunun olmadığını, ülkede herkesin eşit derecede süründüğünü, ve geçmişte Kürt cumhurbaşkanımızın bile (muhtemelen Özal'ı kastediyorlar) olduğunu söylüyor. İyi de, bu ülkede siyasetçiler hiçbir zaman ciddiye alınmadılar, zaten bu ülkede siyasetçilere yalnızca gelirin (veya daha doğrusu rantın) paylaşımını organize etme görevi verildi. Dolayısıyla siyasetçilerimiz de yolsuzluklarla, aşırı gösterişli özel hayatlarıyla, yakınlarına sağladıkları ekonomik avantajlarla anılır oldular. Eh, bunu çok büyük bir kısmı haketti de.

Bu ülkede hakiki "siyaset" işini bürokrasi ve asker birlikte yürütmüştür. Bütün anayasalar darbe dönemlerinde yönetimi elinde tutan kesimin ürünüdür. Son yıllara kadar MGK da, Anayasa Mahkemesi de ülkenin yönetiminde TBMM'den çok daha fazla insiyatif sahibi olmuştur. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi boyunca "iktidar" aslında siyasette veya hükumetlerde değil, bürokraside ve TSK'da toplanmıştır.

Cumhuriyetin kazanımlarından biri "eşitlik" olabilir mi? Bunun için bir Kürt cumhurbaşkanı, ya da başbakan olabiliyor mu diye bakmak yersizdir, çünkü bu makamlar aslında "devletin 1 numarası" değildir. Esas şu soruyu cevaplamak lazım: bu ülkede Kürt bir genelkurmay başkanı düşünebiliyor musunuz? Veya Ermeni bir Anayasa mahkemesi başkanı? Veya MGK'da herhangi bir pozisyonda yer alabilecek bir Rum? Hadi genelkurmay başkanlığı en tepe diyelim, orgeneral düşünebiliyor musunuz? Cumhuriyet tarihinde böyle birşey görülmüş mü? Bu ülkenin gidişatına her daim askerler ve bürokrasi karar verdi. Ve o karar mercilerinde hiçbir zaman Kürtler, Rumlar, Ermeniler ve hatta Aleviler bile yer almadı. Yalnızca Sünni Türkler, (tabii din vurgusunu hafif kılmak şartıyla) bu iktidar pozisyonlarını işgal ettiler. Bu, size eşitlik ilkesi hakkında neler söylüyor?

Şimdi, bu "kazanım" tartışmalarında mutlaka ortaya atılan şu meşhur "Kadınlara seçme ve seçilme hakkı" mevzusuna gelelim. Bu, kuşkusuz çok önemli bir "açılım"dı. Ancak bununla bitti mi? Kadınlar üzerindeki baskı, kadınlara uygulanan iktidar, Osmanlı zamanındakinden çok mu farklı oldu? Evet, bir devrimin bütün iktidar mekanizmalarını bir anda değiştirmesini bekleyemeyiz, ancak bu büyük "modernleşme" atılımı sayesinde bütün "satıha" nüfuz etmiş ataerkil zihniyetin en azından yumuşaması gerekmez miydi? Halen kadının giyim kuşamına, dinine-ideolojisine, hangi tarihi figürü sevebilip hangisini sevemeyeceğine karışmayı vazife biliyoruz. Halen şiddet gören kadınlarımız için "mor çatı"lar açmamız gerekiyor, hem de yalnızca belli bir kesimde, belli sosyo-ekonomik şartlardaki kadınlar için değil, tüm kesimlerden kadınlar için. Tamam kadın milletvekillerimiz ve hatta bakanlarımız oldu, ama genel olarak, kadınlarımız bu ülkede yaşamaktan memnun mu? Türkiyede bir kadın olarak doğmak, iyi şans mı?

Ben bu "şans" kalıbını seviyorum. Örneğin bu ülkenin güneydoğusunda bir Kürt olarak dünyaya gelmek ister miydiniz? 1900'lü yılların başında anadoluda bir ermeni olarak yaşamış olmak ister miydiniz? Bu ülkede bir gayrimüslim olarak yaşamak bir ayrıcalık sayılabilir mi örneğin? Öyleyse kimi kazandık, neyi kazandık?

Daha sayılması gereken çok şey var esasen, azınlıklar hakkında, çocuklar hakkında, siyasi suçlular hakkında, cezaevleri hakkında, sağlık ve sosyal güvenlik kurumları, polis ve asker ve yargı ve..Herşey. Bu ülkede tepeden tırnağa herşeyin değişmesi için mücadele etmeyen bir muhalefete muhalefet demek mümkün değil. Burada antiparantez şunu da belirtmek istiyorum: AKP'nin bu ülkenin demokratlarında birazcık kredisi varsa, çok ufak ve önemsiz dahi olsa, ve hatta gerisi gelmemiş de olsa, daha önce söylenmemiş şeyleri söylemesi, iktidar sahiplerinin sorun olarak bile görmediği şeylere "sorun" adını ilk kez devlet katında vermesindendir. Ve aynı zamanda demokratların en ufak bir "açılım" ihtimalinde bu kadar heyecanlanması da, daha önce bunun sözünü dahi etmeyen, bir değişimin gerekli olduğunu dahi belirtmeyen hükumetlerden bıkıp usanmış olmasıdır.

Şimdi devletin ve ülkenin önündeki şu tabloya bakın; bu devletten beklediğini alamayan, hem geçmişte hem de bugün bizzat devlet tarafından mağdur edilen onbinlerce insanı düşünün ve samimiyetle cevap verin: Kazanımlar, gerçekten bunlar mıdır? Vaadedilen, veya bahsi geçen kazanımların hangisi ciddi manada uygulanmış ve halka maledilebilmiştir? Demokrasiye doğru evrilmek yerine, çürümüş bir devleti ve kurumlarını, çürümüş bir rejimin sözde kazanımlarını mı korumamız gerekiyor? Muhalefet partileri müthiş kazanımların olduğu bir ülkede mi yaşıyorlar gerçekten?

Bütün bunların üzerine gelecek argümanı çok iyi biliyorum. "Keşke Atatürk olmasaydı da görseydin bu ülkenin nasıl ilkellikten, sefaletten kırılacağını". Bu da elbette başka bir yazının konusu olacak. Kazanımlı günler dilerim.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ideolojimin düşmanı şeytan

Meşhur ve anonim "şeytan"larımız var. Bir de dünyada eşi benzeri olmayan "değerlerimiz". Vatan. Millet. Devlet.

"Borla çalışan araba üretildi, Türkiye kıskaçta. Arabayı bor madeniyle çalıştıracak patentli 600 proje olduğu ortaya çıktı. Türkiye, dünya rezervinin yüzde 70`ine sahip ve uluslararası teröristler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor."

Aslında bu bilindik bir nakarat. Genel söylem şu şekilde:

"Aslında oldukça derli toplu, modern, sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle olan "TÜRK" ulusunu (ve vatanını), bölmek isteyen, yozlaştırmak, kandırmak, sömürmek isteyen, iç ve dış düşmanlar mevcut. Bunlar, elbette dışarıdan destekliler. AB ve ABD (ve soros?) hep bunları "yüce" toplumumuza karşı kullanıyor, asimetrik bir psikolojik savaş uyguluyor."

Bu cümlelerin hepsini aynı anda, çeşitli varyasyonlarıyla beraber hepimiz bir yerlerde duymadık mı? Ülkemizde olduğu gibi, dünyada da her ideolojik eğilimin şeytanlaştırdığı ve yücelttiği çeşitli "stereotype"lar yok mu? Peki bu şeytanlaştırma, bu ideolojik yanılsama, aslında neyi gizliyor? İdeolojiler neden "ebedi ve ezeli" düşmanlara ihtiyaç duyuyor?

İdeolojiler, tarihsizdir. Geçmişte hep var olmuş, gelecekte de hep varolacak bir düşünce sistemini temsil ederler. Kendilerinden önceki siyasi eğilim ve olayları, ve hatta kişileri ideolojik bir anlam dünyasında belirli yerlere oturturlar (örneğin ulusalcı ideoloji için Çanakkale muharebesi ve Atatürk, günümüzde halen çok önemli referans noktalarıdır) . Ve bireyleri "özne" olmaya çağırırlar (Althusser). Bu "özne" elbette kontrollüdür, yani ideolojinin bir ürünü olan öznedir. Kısacası ideolojinin öngördüğü şekilde düşünmeli ve hareket etmelidir. Ayriyeten bu özne, yine ideolojinin belirlediği "iç ve dış düşmanlara" karşı savaş vermeli, "devletin ideolojik aygıtlarının" da doğru düzgün işlemesi için elinden geleni yapmalıdır.

Şimdi şu şeytanlaştırma işini açıklamak için ulusalcı ideolojinin türbanlı kadınlara, ya da daha genelde dindarlara bakış açısını ele alalım. Bir kere, her daim bir "gizli ajanda" vardır dindarlarda. Türkiyeyi bir şeriat ülkesi yapmaya ant içmişlerdir. Herhangi bir şekilde, modern, demokrat bir eylem veya söylemde bulunduklarında, bilin ki bu aslında takiyyedir. Hepsi organize bir şekilde devleti ele geçirmeye uğraşmaktadır. Hepsi mutlak surette gericidir, Atatürk'ün ve ilkelerinin düşmanıdır. Liste daha uzar gider..

Burada dindar, şeytanlaştırılmıştır, ve deyim yerindeyse "ağzıyla kuş tutsa" ulusalcı ideolojinin şaşmaz bir neferine yaranamayacaktır. Zira "ağzıyla kuş tutması" bile esas amaç uğruna yapılmış bir taktik, bir maskeleme işlevi görmektedir. Böylelikle ulusalcı, daima şüpheci ve daima haklıdır. Dindar ise ne yaparsa yapsın yanlış, haksız ve düşmandır. Ulusalcı ideolojiye göre, türban, sonradan bu ülkeye "iç ve dış mihraklarca" enjekte edilmiştir. Çünkü toplumun, (kandırılmadığı-sömürülmediği) takdirde böyle bir giysiyi kendi iradesiyle kabul etmiş olması düşünülemez! Ancak gerçekte, ideoloji nüfuz edemediği, yani özne olmaya çağıramadığı bireyleri dışlamakta ve düşman ilan etmektedir.

Ve dahası, burada türbanlı kadın, ulusalcı ideoloji için çok acı bir gerçeği, bir travmayı maskelemektedir. Ulusalcı modernizm, aslında modernizm değildir. Ulusalcı ideoloji, asla (iddia ettiği gibi) modernleşmenin taşıyıcısı olamayacaktır. Modernleşme, ülkeyi kuranların öngördüğü şekilde değil, halkın kendi içsel mekanizmalarıyla, farklı yol ve yöntemlerle gerçekleşecektir. Türban, tam da bu "yeni modernliği", "yeni burjuvayı" simgelediğinden, aslında ulusalcılığın yenilgisinin de sembolüdür. Bu yüzden ona tahammül edilememektedir, bu yüzden "kamusal alandan" zorla dışarı atılmıştır. Halbuki daha geçen gün AP'de türbanlı bir vekil yemin etti. Yoksa AB'ye şeriat mı geliyor?

Burada enteresan bir özellik var. Sanki ideolojiye ve ideolojik kurumlara karşı gelen herkes, bunu belirli bir maddi çıkar veya tamamen düşmanca bir tavır içinde yapıyor. Yani ulusalcılığın bir eleştirisini ancak hainler veya dış kaynaklardan para alan "enteller" yapıyor. İdeolojiye göre insan kendi iradesiyle ideoloji karşıtı bir düşünce üretemez, yani "özne" değildir.

Bir de yüceltilen kavramlara bakalım. Benim favorim "ulusal çıkarlar". Hangi ulusun hangi çıkarları? Buradaki ulus tanımı, örneğin AKP seçmenini, Ermenileri, Kürtleri, Alevileri içeriyor mu? Bu kadar muğlak bir kavramdan yola çıkmak, gerçekten her ideoloji için bulunmaz bir nimet. Siyasi olayların seyrine ve "kime yaradığına" bakarak her türlü gerçeği "ulusal çıkarlara uygun" veya "ulusal çıkarlara aykırı" bulmak olası. Şu son çıkarılan yasaya bakalım: AB'ye uyum çerçevesinde askerlerin sivil mahkemelerde de yargılanabilmesinin yolu açıldı. Buna tipik ulusalcı tepki geldi ve bu kanunun "ulusal çıkarlara" (yani ordunun siyasi ve ideolojik tahakkümüne?) aykırı olduğu söylendi. E peki ya AB'ye girmek? Peki ya reformların yavaşlamış olmasından yakınanlar da aynı çevre değil miydi? AB müktesebatına uygun yapılan değişikliklerin bir kısmı "ulusal çıkarlara uygun" ama bir kısmı değil. Hangileri, neye göre değil? Hangi reformlar ağırdan alınmalı, hangileri ivedilikle hayata geçirilmeli?

Elbette en çok gündemde olan, ve hali hazırda en çok yıpranmış olan ideoloji ulusalcılık olduğu için örnekleri oradan verdim. Ancak bu, başka ideolojiye mensup başka kesimlerde de benzer bir yanılsamanın sürdüğü gerçeğini değiştirmiyor. Dindar kesimin de "şeytan öteki"leri az değil. Örneğin eşcinseller, "toplum ahlakını bozan" kişilerin başında geliyorlar. Eşcinsellerin şeytanlaştırılması, geçmişte gerek binbir türlü yolsuzlukla, gerek çeşitli kesimlere uygulanan baskı ve hatta Sivas gibi katliamlarla halen yüzleşememiş dindarların, iddia ettikleri kadar ahlaklı insanlar olmadığının bir dışavurumu olarak da okunabilir. Dindar kesimin bir başka "ötekisi" de elbette Yahudiler. Aslında anti-semitizm dünya genelinde en yaygın olan "şeytanlaştırma" olabilir. Her Yahudi, gizlice dünyayı yöneten, olağanüstü maddi kaynaklara sahip, her zaman gizli bir ajandası olan ve asla güvenilemeyecek kişidir anti-semitik ideolojiye göre. Bu söylemi gerek dindar kesimden, gerek ulusalcı kesimden sıkça duymuyor muyuz?

Toparlamak gerekirse, kendi ideolojik tutarsızlığımızı, başarısızlığımızı örtbas etmek için şeytanlar, gizli ajanda sahibi iç ve dış düşmanlar üretiyoruz. Onları anlamaya çalışmak, neyi niçin yaptıklarını sorgulamak yerine, istisnasız her hareketlerini (zaten ya takiyye ya gericilik) belli bir ideolojik düzleme oturtmayı ve stereotipleştirmeyi seçiyoruz. Dolayısıyla özeleştiri yapmaktan, ülke ve dünya bazında gerçekleşen değişimi doğru okumaktan ve bu değişimin bir parçası olmaktan epey uzak kalıyoruz.

Not: Kaçınılmaz olarak bazı genellemelere başvurdum, ama belli kişilere odaklanmaktansa genel ideolojik söylem üzerinden eleştiri getirmeye çalıştım. Bu yazıya kaynak olarak Slavoj Zizek'in "İdeolojinin Yüce Nesnesi" (the sublime object of ideology) kitabını da belirtmem gerekir.

9 Haziran 2009 Salı

...yazma

İşte size bilinçaltımı açıyorum, şu andan itibaren okumaya başladığınız bu sözcükler, sadece ve sadece benim aklımın bir ürünü olarak ekranlarınıza yansımakta ve siz de bu gördüğünüz kelimeleri kendinizce anlamlandırmaya çalışmaktasınız. Bir nevi suni iletişim gerçekleşiyor şu anda. Anlatmak istediklerimin ne kadarını anlatıyorum, veya ne kadarını anlayabiliyorsunuz hiçbir zaman bilemiyorum. Sonuçta hepiniz her sözcüğü farklı bir algı süzgecinden geçiriyorsunuz, geçmişte yaşadığınız olaylara veya üzerinde düşünmüş olduğunuz olgulara atıflar yapıyorsunuz içinizden. Yazdığım bazı kelimeler ben farkında olmadan size dokunuyor, veya sizi etkileyeceğini düşündüğüm bazı kelimeleri hiç iplemiyor da olabilirsiniz.Kelimeleri okumak, aynı zamanda kendi üzerinizde düşünmeye de itiyor sizi, bir yandan "bunları da benim gibi bir insan, son derece subjektif bir biçimde yazıyor" diyorsunuz. Asla kavranamıyor "öteki", ama kelimeler aracılığıyla bir nebze yaklaşılabiliyor.

Kimi zaman "aa evet ben de bunu düşünmüştüm" diyorsunuz, kimi zaman "hmm bunu düşünmemiştim" diyorsunuz (yani umarım arada böyle dedirtiyorumdur) kimi zaman da "bu ne lan" diyorsunuz tabii.

Malesef geçmişe oranla "ciddi" yazılar yazmaya başladığımdan beri, siz okuyucuları da hesaba katarak yazıyorum. Bu içgüdüsel olarak gelişen birşey. Belki de forumlarda tartışarak oluşan bir üslup. Yazmak istediğimi temiz bir biçimde, herkesin anlayacağı bir dilde anlatmak. Halbuki bu yaratıcılığı köreltiyor biraz. Herkesin kullandığı kelimelere başvuruyorum ister istemez, ve esas anlatılmak istenen orjinal bir fikir (eğer varsa) bile bu gündelik ve yıpranmış kelimelerin arkasında orjinalliğini yitiriyor. Kısacası yeni bir fikri eski kelimelerle dile getirmeye çalışmak çok zor bir uğraş. Bunun yanısıra kendimi başkalarının fikirlerini tekrarlarken, başka yazarların argümanlarını pekiştirirken buluyorum.

Neden böyle bir ihtiyacım var? Neden benim gibi düşünenlerin de ötesine geçmeye çalışmıyorum? Neden bana yakın düşüncelerin limanından biraz uzağa açılmaya korkuyorum? Sonuçta ideoloji, sosyoloji, psikoloji biraz farklı kavramlar kullanmayı, neden-sonuç ilişkileri kurmayı, yeni bir terminolojiye adım atmayı gerektiriyor. Acaba bir terminolojiyi anlamakla, o terminolojiyi kullanarak yeni argümanlar üretmek farklı aşamalar mı?

Oysa lise zamanında sadece kendim için yazardım, çok az kişiye okuturdum. Ve o zamanlar hem daha üretkendim, hem de daha özgürdüm yazma konusunda. Mantık, tutarlılık, düz bir çizgi halinde tez ve antitezlerle argüman üretmek falan bana çok uzaktı. Halen eski yazdıklarımı okumaktan büyük keyif alıyorum, ve şimdi o şekilde yazamadığım için üzülüyorum. Hoş, o şekilde yazayım diye masa başına oturmuyorum bile uzun zamandır, belki de biraz denesem, biraz gündelik mantığın, politikanın, ideolojinin, felsefenin dışına çıkıp edebiyata, kelimelerin ahengine, deliliğe ve saçmalamaya eğilsem belki yine çıkar birşeyler. Ama onları da bir blog yapar mıyım, yoksa kendime mi saklarım bilmiyorum.

Şimdi yazdığım şeylerin anlamını, başkalarının bu yazdıklarımı nasıl anlayacağını da düşünmek zorundayım. Yani zorunda değilim belki, ama içimde bir ses beni buna zorluyor. (süper-ego?). Dolayısıyla hem daha seyrek yazıyorum, hem de yazmaktaki o "catharsis" hissinin yerini sorumluluk duygusu alıyor. Ama pes etmek yok! Bundan sonra daha sık yazmaya uğraşıcam, ve her yazım şahane olsun, bütün argümanlarımı en iyi şekilde sunsun şeklinde düşünmeyip, yazma ve terminolojiyi kullanma antremanı olarak düşüneceğim. Haydi bakalım.

10 Mayıs 2009 Pazar

benim ideolojim seninkini döver

Şu yaşam tarzı meselesi, beni yeniden kemalizmi düşünmeye itti. İçinde yetiştiğim, bana öğretilen, ve etrafımdaki insanların genellikle vazgeçemediği bu ideolojiyle hesaplaşmak, bence ülkece içinde bulunduğumuz siyasi ve sosyal darboğazları çözmekte yardımcı olabilir. En azından, her "cemaatin" kendi ideolojisiyle yüzleşmesi, eksik yanlarını eleştirmesi, fazla yanlarını düzeltmesi, hatta sonunda bütünüyle inkar etmesi ülkeye müthiş bir yarar sağlayacaktır diye düşünüyorum. Tabii inkar ettikten sonra körükörüne bir başka ideolojiye saplanılacaksa, hiç gereği yok.

Bu cemaatleşmiş ve birbirinden kopuk yapının, ülkeye hiçbir hayrının dokunmadığı aşikar. Herkes diğer cemaatlerin bir açığını yakalama, "senin bokun daha fazla kokuyo" deme yarışında. Bu yanlış bir mücadele. Önce "en çok benim bokum kokuyo, en kirlisi benimkisi" diye başlamak lazım mücadeleye. Kendi içinde bir eleştiri ortamı oluşturamayan ve dolayısıyla değişim sağlayamayan düşünce sistemleri, bir başka cemaati, bir toplumu, bir ülkeyi nasıl değiştirebilir ki?

Şimdi içinde yaşadığımız dünyada ideolojilerin hala önemini ve işlevini koruduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla "ideolojileri bırakalım, keyfimize bakalım" kolaycılığına kaçmak için henüz çok erken. Ancak ümit verici olan birşey var ki şu anki aşamada "tarihi donduran" ideolojilerin yaşayamadığı görüyoruz. Siyasi gelenekler, toplumsal ihtiyaçları gözetecek bir değişim ve dönüşüm mekaniği içine girmedikleri takdirde yok olmaya mahkumlar. Bu da bize gelecekte daha iyi bir ülke-daha iyi bir gezegen hayali kurma şansını verebiliyor. Bugün kapitalizmin çöküşünü izlemesek de, neo-liberal ideolojinin tam ortasından çatladığı, ve nihayet daha demokratik-diyaloğa yatkın yaklaşımların "uluslararası ilişkilere" yansıyacağı bir dönemin eşiğindeyiz. Peki biz, ülkece nerede duruyoruz? Kemalizm nerede duruyor?

"Bizim yeni bir düşünceye ihtiyacımız yok, herşeyi Atatürk söylemiş zamanında" diyen ne kadar çok insan tanıyorum. Bu insanlar, 80 yıldır dünyada ve Türkiye'de olup bitenden bihaber mi? Değil. Öyleyse neden böylesine tutkuyla saplanıp kalmışlar bu ideolojiye? Neden devletçilik'te, milliyetçilik'te, yani "muasır medeniyetler"in çoktan geride bıraktığı kavramlarda diretmekteler? Amaç Atatürk'ün gösterdiği yolda ilerlemek mi, yoksa Atatürk kavramından ve onun kişiliğiyle düşünceleri etrafında oluşturulan ideolojiden nemalanıp, iktidarı sağlamlaştırmak mı?

Kemalizm, tarihi 1938de donduran bir ideolojidir. Bu ideolojiye sahip birçok kişiye göre o tarihten itibaren ülke tepetaklak gitmiştir. Tek parti yılları bir nevi "devr-i saadet" olarak anılır. Ondan sonra gelen herkes ülkeyi batırmış, emperyalistlere teslim etmiş, karşıdevrim başlatmış, irticai faaliyetlere girişmiştir vesaire.. 

Fakat bu ideoloji öyle bir avuç nostaljik insanın Atatürk'e sonsuz sadakatiyle sınırlı değil. Devletin bütün kurumlarına, özellikle de TSK'ya, eğitim sistemine, hukuk anlayışına kadar nüfuz etmiş, toplumsal yaşantıyı çok önemli bir ölçüde etkilemiş ve etkilemeye de devam eden bir ideoloji. 

İnsanlar neden bu 1938 sevdasından vazgeçemiyor? Bakınız, bu kişi-kültü üzerinden üretilen ideoloji, cumhuriyetin ilanından itibaren yavaş yavaş kendi elitini yaratmıştır (askeri-sivil bürokrasi)-bu elit de hem Atatürk kavramını hem de "devlet için makbul vatandaş" çerçevesini kendi tekeline alarak, her türlü iktidarı elinde toplamıştır ve ülkede "gerçek" bir siyasetin yapılmasını-gerçek bir demokrasinin oturmasını her daim engellemiştir. Çünkü devlet ve siyasette böylesi bir dönüşüm, elitizmin sona ermesi ve iktidarın, bir cumhuriyet rejimine yakışır şekilde halka geri verilmesi demektir. 

Bugün "elit" dediğim kesim, makbul vatandaş tanımının da taşıyıcısı olarak, bu tanıma uymayan her türlü kesime (dindar-kürt-alevi-gayrimüslim) binbir türlü baskıyı reva görebilmektedir. Sen türban takıyorsun, kamusal alanda hakkın yok. Sen bilmediğim bir dil konuşuyorsun, siyaset yapma hakkın yok. Sen, zaten ezelden beri "dışardaki köklerinle" ülkenin altını oymaya çalışıyorsun, sana hiçbişey yok.

İdeoloji sadece fikirsel düzeyde de değil, madden hayatımızın içinde! Ülkede toplam Atatürk heykeli sayısı kaçtır? Ülkeyi ziyarete gelen bütün yabancı liderler neden ilk durak olarak Anıtkabir'e götürülmektedir? Ben neden özenle Anıtkabir'i, Atatürk'ü büyük harfle, noktasına virgülüne dikkat ederek yazıyorum? Atatürk için neden özel bir koruma kanunu vardır? Neden bütün paralarda Atatürk resmi kaçınılmazdır? Nasıl bugün paraların sahte olup olmadığına, Atatürk'ün transparan bir figürüne bakarak karar veriyorsak, kemalist elit de bizim "sahte" vatandaş olup olmadığımıza içimizdeki "Atatürk sevgisi"ne bakarak karar veriyor. Bunlar hep devlete bütünüyle hakim olmuş bir ideolojinin tezahürleridir. Ve bu ideoloji etrafında örgütlenmiş devlet, artık bu topluma dar gelmektedir. 

Buradan, milli görüş veya MHP çizgisi, veya Türk soluna veya Kürt hareketine hakim ideolojiler harikadır, şahanedir, destekleyiniz evlatlarım gibi bir sonuç çıkmasın. Onlara dair yazı da yazarım ayrıca isterseniz.

İşin acı kısmı şu ki, ben bunları söyledim diye biçok kişi "vay Atatürk düşmanııı" diye saldıracaktır, benim gerici olduğumu ve o yüzden Atatürk'ün ilerici hamlelerinden rahatsızlık duyduğumu düşünecektir, her zaman olduğu gibi. Bu da bir nevi ideolojik körlüktür. Bu insanlar, "bir sembol olarak" Atatürk'ün hayatımıza bu denli nüfuz etmesinin Atatürk'e verdiği zararı görememektedirler. 

Ben kendimi bilakis ilerici olarak görüyorum, kemalizmin de ötesine geçmemiz gerektiğini düşünüyorum. devletin daha nötr ve demokratik bir şekilde örgütlenmesiyle epey bir sorunumuzun hallolacağına inanıyorum. Geleceği karşılayacak argümanları üretmek için, Atatürk'ten bağımsız düşünebilmeyi, argümanlarımızı kurarken ona sığınmadan, bireysel olarak kendimizi doğru düzgün ifade etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunun için de, herkes kendi cemaatinin içinde bireyselleşebilmeyi öğrenmeli sanırım.