10 Aralık 2010 Cuma
yımırta
2 Aralık 2010 Perşembe
critique of pure -isms?
24 Ekim 2010 Pazar
pişmemiş çocuğa mektup*
Cinsel organların bizim için hayati önemdedir çocuk. Eğer erkeksen arada bir çıkarıp göstericez seninkini amcalara. Pipin bizim gururumuz. Ama biz varken yapabilirsin bunu, sakın öyle uluorta çıkarıp sallayayım falan deme. Eğer kızsan, belli bir yaşa gelinceye kadar (biz sana o yaşı söyleriz) sakın orana burana dokunma bile! Mesela, tam ayıp yerlerinin orda bir zar var, o zarı hayatın pahasına koruyacaksın. Korumadıysan bile korumuş gibi davranacaksın, bizi üzmemek için. Ayrıca, öyle herkesle arkadaş-sevgili falan olma sakın. Beğenmediğimiz, bizim görüşlerimize uymayan birileriyle beraber olursan da seni dışlama, aşağılama hakkını saklı tutarız. Biz senin iyiliğini mutluluğunu düşünüyoruz yavrum. Bizi üzersen mutlu olamazsın. Sonra bi bakmışsın biriyle flört ettin diye, hop, seni öldürüvermişiz! Töre bu yavrum, sözleşmede yazıyo töreye riayet edeceğin. Gelenekler/görenekler önemlidir. Bölünmez bütün gibidir.
8 Ekim 2010 Cuma
bir kuruluş hikayesi..
2 Ekim 2010 Cumartesi
bıkınıyorum
24 Ağustos 2010 Salı
tevazu
16 Ağustos 2010 Pazartesi
öpmez ama evet!
4 Ağustos 2010 Çarşamba
İnsanın evi kimdir?
Doğdumuz şehir, içinde büyüdüğümüz aile, benliğimizi şekillendiren bütün insanlar, sokaklar, eserler, ilişkiler... İnsan hepsinin bir toplamı mıdır? Bu toplamların dışında bir insan da mevcut mudur? Mevcutsa o insan nerede yaşar? ‘Ev’i neresidir?
Felsefenin, cevaplardan çok sorulara odaklı bir disiplin olduğu söylenebilir. Zafer Şenocak’ın Yolculuk Nereye adlı romanı da, başlığından anlaşılabileceği gibi, cevaplardan ziyade sorulara odaklı. Aslında bu kitabı ‘roman’ olarak tanımlamak epeyce zor; gerek içeriği gerekse yazım tekniği açısından alışılagelmiş roman formatından belirgin bir biçimde ayrılıyor.
Zafer Şenocak, 1961 yılında Ankara’da doğmuş, ve 1970’ten beri Almanya’da yaşıyor. Alman dili ve edebiyatı, tarih, siyaset ve felsefe üzerine çalışmış bir akademisyen olan Şenocak’ın bu yoğun eğitiminin etkileri kitabında da hissediliyor. Kitabın satır aralarında dilin kullanımı, hayatımızdaki yeri, sınırları ve gücüne dair düşündürücü tespitler mevcut.
Şenocak, bir ‘roman’ın yazılabileceğini, daha doğrusu, bir insanın hikâyesinin tamamen dile dökülebileceğini düşünmüyor. Bu yüzden hikâyesine “Kimse kimsenin hikâyesini anlatamaz” diyerek başlıyor. Dilin ve insan ilişkilerinin sınırlarıyla ilgili ilk gösterge de burada. Bir insanın hikâyesini anlatmaya yarayacak olan anahtarı elimizde tuttuğumuzu zannederiz, ancak o hikâyeyi asla anlatamayız. Dil üzerinden kurgulanan hiçbir hikâye, hiçbir zaman tam manasıyla anlamayı ve anlatmayı başaramaz. Dilin ele geçiremediği bilişsel bir alan her daim mevcuttur.
Romanda net bir tarih verilmiyor ama arkaplanda bazı ipuçları mevcut. Concorde uçaklar, radyolarda Dire Straits şarkıları, Humeyni’nin İran’a dönüş haberleri, hikâyenin 70’li yılların sonunda, sırasıyla Almanya, ABD ve Fransa’da geçtiğini gösteriyor. Ancak bu arkaplan, hikâyenin işleyişini çok da etkilemiyor; karakterler etrafta olup bitenlerden ziyade kendi iç dünyalarıyla, geçmişleriyle ilgililer.
Hikâyede iki ana karakteri izliyoruz. Cüneyt, Türkiye’de doğup büyümüş ama Almanya’ya göç etmiş, ailesine, akrabalarına ve doğduğu yere dair bütün izleri silmeye uğraşmış, kederli bir adam. Kendilerine ‘Grup’ adını veren, Berlin’de çeşitli yerlerde sergilenen resimleri parçalamakla meşgul ‘sanat teröristleri’ne katılmış. Ancak Cüneyt, Grup’un diğer elemanları kadar ‘ateşli’ değil; gruba tesadüfen girmiş, ve her an çıkabilecek bir mesafede duruyor. Bu açıdan, ‘devrimci’ bir sanat teröristliğinden ziyade nihilizme yakın duran bir karakter: Her şeyi silik yaşıyor, alabildiğine umarsız ve üşengeç. İnandığı bir dava yok. Hayatının sonuna kadar beraber olabileceği bir insan tanımıyor. Hiç kimse ve hiçbir yer onun ‘evi’ değil. Ancak, benliğinden söküp atamadığı tek bir kişi var: Çocukken ona dadılık yapan Ermeni kızı Lara.
Lara’yı ise ‘dışardan’ anlatmayı seçmiş yazar. Cüneyt’le aralarında 12 yaş fark olduğunu öğreniyoruz. Lara, kendisini duygularının esiri olarak görüyor. Bundan hem memnun, hem de şikâyetçi. Hayatı hep savrulmalarla geçmiş, neredeyse sürekli bir göçebe hayatı yaşamış. Türkiye’de doğmuş bir Ermeni olması da bunun sebeplerinden biri, ancak kitap buna pek değinmiyor. Lara daha çocuk yaşta iki aile değiştiriyor, sonra Avrupa’ya yerleşiyor. Bir türlü tutunacak bir ‘merkez’, bir ‘ev’ edinemiyor kendine. Güney Amerika’ya da gidiyor, orada biriyle tanışıp evleniyor da. Fakat bir şeyler hep eksik. Kafasında kurmuş olduğu Cüneyt, dünyanın hiçbir şehrinde karşısına çıkmıyor.
Lara da, Cüneyt de, yaşadıkları her ilişkide farkında olmadan birbirlerini arıyorlar. Geçmiş, hem nostaljiyle, hem masumiyetle, hem de sonsuz bir kederle yüklü onlar için. Geçmişi silmeye uğraştıkça, o, kendisini hatırlatacak yollar üretiyor. Unutmaya çalışmak, aklına getirmeye dönüşüyor aynı zamanda. Ancak onca acı, keder ve kaybedilmişlik duygusunu sürekli yaşamak mümkün değil. Bu yüzden, ‘unutmanın dili’ni öğreniyor ikisi de. Ve görünüşe göre, geçmişleriyle ilgili birçok şeyi unutabiliyorlar – birbirleri hariç...
İki karakter de birbirini aradığı için, sürekli bir yolculuk halindeler; kimi zaman maddi, kimi zamansa manevi bir yolculuk bu. Gittikleri her şehirde karşılarına başka bir insan, başka bir ilişki çıkıyor, ama yolun sonu bir türlü gelmiyor. ‘Ev’ diyebilecekleri tek yer, onyıllar öncesinde ve unutmaya çalıştıkları bir ülkede kalmış. Ve insan evinde değilse, bir bakıma, sürekli yolda değil midir?
Bu yol ve yolculuk temasına, ve tutunacak yerleri, ‘sabitleri’ olmayan karakterlere paralel olarak, hikâyenin kendisi de oldukça esnek bir biçimde kurgulanmış. Birinci ve üçüncü şahıs anlatımları arasındaki geçişlerin yanı sıra, kahramanların geçmişi, geleceği ve o esnada yaşadıkları, aynı anda gerçekleşiyormuş gibi aktarılmış. Hikâye keyfi bir noktadan başlıyor, ve yine keyfi bir noktada sonlanıyor. Çünkü gerçek bir çözülme, gerçek bir hikâye zaten imkânsız. Yazar, dilin erişemediği yerleri, hikâyenin boşluklarını okuyucunun tamamlamasını istemiş belki de.
İçerik açısından da benzer bir esneklik söz konusu; okurken, bir sonraki paragrafta nelerin anlatılacağını kestiremiyorsunuz. Hikaye, yer yer sayıklamaya dönüşen bir üslup eşliğinde rüyalar, hatıralar, renkli tasvirler arasında gezinirken size rahatlatıcı bir atmosfer sunuyor. Ancak bu atmosfer bir anda cinsellik, şehvet ve tutku patlamalarıyla yerini sarsıcı ve şiddetli bir anlatıya bırakabiliyor. Bu değişken atmosfere uygun olarak, kullanılan dil bazen çok düzgün ve akıcı, bazen pürüzlü ve kusurlu. Sonu gelmeyen cümleler, tamamlanamayan düşünceler ve cevapsız sorular, okuyucuyu zaman zaman muğlak bir ruh haline sürükleyebiliyor. İster istemez kendi geçmişiniz, kendi nostaljiniz ve kendi ‘yolculuğunuz’ hakkında bir sorgulamaya girişiyorsunuz.
100 sayfalık bir kitapta bu kadar farklı duygu ve düşüncenin bir arada bulunması, anlatıyı etkileyici ama bir miktar da dağınık kılıyor. İki ana karakterin hikâyeleri, duyguları ve düşünceleri iki ciltlik bir roman olabilirmiş gibi geliyor insana. Yine de, Yolculuk Nereye’nin alışılagelmiş romanların hacmine olmasa bile yoğunluğuna sahip olduğunu teslim etmek gerekiyor.
KÜNYE
Zafer Şenocak
Yolculuk Nereye
Alef Yayınevi, Ekim 2007, 100 s.
Not: Agos'un kitap eki için yazdığım ilk yazı.