28 Kasım 2008 Cuma
Dış görünüş kompleksleri..
21 Kasım 2008 Cuma
Teröristliğimiz (2)
20 Kasım 2008 Perşembe
Teröristliğimiz (1)
17 Kasım 2008 Pazartesi
you did not fuck me!
Geçenlerde izlediğim nip/tuck bölümü aslında herşeyi çok net ortaya koyuyordu. Kelimeler yalnızca bizim hayvansılığımızı içine sardığımız zarif bir örtü, bir çeşit medeniyet maskesi. Utanıyoruz hayvansı olmaktan, çünkü ahlaklı olduğumuzu düşünüyoruz, ilerlediğimizi, sevgi-saygı dolu insanlar olabildiğimizi düşünüyoruz. Bize "medeni" olmak öğretilmiş, seksten utanmak öğretilmiş, herkeste bütün doğallığıyla bulunan cinsel organlar-ayıplanmış.
Üstelik, istediğimiz nedir? En derine, en temele inildiğinde, tutsağı olduğumuz, hayatımızı yönlendiren, en büyük sevincimizin ve en büyük üzüntümüzün yegane kaynağı nedir? Dört harfli bir kelime, dikkat edin, işte geliyor: SEKS. Ve hayır, aşkla seks farklı şeyler değil aslında. Aşk da tıpkı kelimeler gibi bizim seks ihtiyacımızı sarıp sarmaladığımız zarif bir örtü.
Çünkü, düşünsenize, kelimeler gidermez yalnızlığımızı, dokunmak giderir. Öpüşmek, sarılmak, sevişmek giderir. Bir sevgilin olduğunda da yalnızsındır ki. Onunla aynı günün farklı versiyonlarını yaşamak, aynı mekanlara gidip aynı şeyleri yemek-içmek, aynı konuşmaların farklı versiyonlarını yapmak gidermez yalnızlığımızı. Sevgi sözcüklerini tekrarlamak da gidermez, yazılar yazmak da gidermez. Ama ne giderir? Şöyle bi sarılmak, sarılıp yatmak, tenin tene dokunuşu, dudağın dudağı öpüşü..yalnızlığa ve ölüme içgüdüsel bir başkaldırıdır bu ve bundan etkilisi olamaz!
Sadece o birleşme anında hissederiz dünyada bir başka bedenin içinde olduğumuzu ve bir başka bedenin bizim içimizde olduğunu ve ancak o zaman, birlikte, aynı şey için hareket ettiğimizi, aynı şeyden zevk aldığımızı tam anlamıyla hissederiz..bir "iletişim" kurmanın, karşı tarafa gerçekte ulaşmanın ve ötesine geçmenin en gerçek yoludur bu. Bu spotane birliktelik ancak sevişirken en bariz halindedir. Yalnızlık da, ancak o anlarda unutulur, etkisini yitirir.
Ne gariptir ki, gerçeklerden korktuğumuz gibi seksten de korkuyoruz. Ya ters giderse, ya devamı gelmezse, ya tenimiz uyuşmazsa, ya terkedilirsek, ya sıkılırsak..ve tabii vicdanımız, ahlakımız da var. Hep engelliyoruz kendimizi, hep zorluyoruz, hep olmadık hesaplar yapıyoruz sevişmek istediğimiz insanlar hakkında. Kendimizi kullandırtmayız öyle herkese! Medeni insanlarız, uluorta sevişilmez medeni ülkelerde! Bizi hayvanlardan ayıran budur hem, di mi ama?Hem sonra, elalem ne der?
16 Kasım 2008 Pazar
Ölümüne içmek
11 Kasım 2008 Salı
Saat 9'u 5 geçe, Atam Dolmabahçe'de..
8 Kasım 2008 Cumartesi
herkes bana aşık!
5 Kasım 2008 Çarşamba
meşruiyet bayramı
4 Kasım 2008 Salı
biraz da ideoloji.
İnsanoğlu kelimelerle düşünür. Yeni kelimeler öğrendikçe, yeni şeyler düşünmeyi de öğrenir. Bu ülkenin herşeyden çok yeni fikirlere ihtiyacı var, ve bu yeni fikirleri düşünebilmemiz için de yeni kelimeler öğrenmemiz gerekmekte.
Bazen şöyle düşünüyorum, bebekler doğar doğmaz bilinçli hale gelseler, herhalde şu ülkeye bakıp "bu nasıl bir fikir dünyası?" derler. Henüz zihinleri hiçbir ideolojiyle, hiçbir siyasi nakaratla kirletilmemiş bu bebekler, kimbilir, belki de "ana rahmine dönme psikozu"nu doğdukları andan itibaren yaşamaya başlarlar. Çünkü, korkarlar. Çünkü bu ülkede tepeden tırnağa herkes, her bakımdan "kuşatılmış" vaziyettedir. Bu "kuşatılma" ailede başlar, mahallede devam eder, okulda iyice belirginleşir, siyasette ete kemiğe bürünür ve nihayet her tarafı saran medyada doruk noktasına ulaşır. Herkes tetiktedir. Çünkü “dışarısı” tehlikelidir. Komşunuz bir terörist olabilir. Bakkalınız, nefret ettiğiniz bir partiye oy vermiş olabilir. Polis sizi takip ediyor olabilir. Asker, bir gece ansızın gelebilir!
Bugün ülkemizdeki farklı siyasi kesimlere bakalım, burada genelleme yapmanın ve etiketlemenin kolaycılığına kaçıyorum, ama başka türlü örnek vermek de zor. Sözgelimi, ulusalcılara göre ülkemiz "işbirlikçiler" veya "dinciler" tarafından kuşatılmıştır. Muhafazakarlara göre "baskıcı statüko" veya “ahlaksızlık” sarmıştır etrafımızı. Kimi solculara göre "emperyalist güçler" tarafından saldırı altındayızdır. Kimi sağcılara göre ise "bölücüler" sürekli bir tehdit oluşturmaktadırlar. Oysa hergün bu “tehdit” söylemiyle, korku siyasetiyle, saldırgan tavırla bizi kuşatanlar, bizi korumaya çalışırmış gibi görünenlerdir. Oyun, daha biz doğmadan çok önce kurulmuştur. Herkesin tarafı bellidir. Ve "bizim" yanımızda olmayan, düşmandır. "Bizim" gibi düşünmeyen haindir. Zararlıdır. Katli vaciptir.
İşte böyle böyle kendimizi kuşatırız biz, dışarıya kapatırız. Çünkü tevazu öğrenmemişizdir. Herşeyin en doğrusunu, gerçekliğin bütün boyutlarını, geçmişte olanları ve bu gidişatla gelecekte olacakları, yanılma payı bile bırakmaksızın biliriz. 5 saniyeliğine gördüğümüz bir insanın bütün siyasi profilini, kimliğini ve niyetlerini çözecek gözlerimiz vardır. Bir cümlesini okuduğumuz bir yazarın menşeini, yalnız bir söylevini dinlediğimiz bir politikacının gelmişini ve geçmişini-hemen oracıkta çıkarıveririz. Kalıplarımız hazırdır zaten. Etiketler, ceplerimizde yapıştırılmayı beklerler.
Peki, nasıl oldu da böyle oldu? Nasıl bu hale geldik? Kabul, bu ülke çok kirli, çok kanlı olaylar, felaketler, katliamlar gördü. Saymakla bitmeyecek terör örgütleri, faili meçhul cinayetler, bombalamalar gördü. Ve malesef fikir dünyamız da, siyasi iklimimiz de buna göre şekillendi. Her kurşunla bir kelime daha eksildi zihnimizden. Her bombalı eylemle biraz daha tembelleşti beyinlerimiz, biraz daha alıştı hazıra konmaya, ve artık bir refleks olarak lanetlemeye. Hemen herşeye "nota verir" olduk. Sonra her önümüze geleni lanetlemeye başladık, uysa da uymasa da. Ve lanetleyerek hiçbir sorunu çözemediğimizi de göremedik. Dilimiz tutulmuştu ve düşünmeyi unutmuştuk..
Klişe bir laf ama, bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir derler. Her ne kadar beğenmediğimiz, tasvip etmediğimiz bir düşünce yapısına sahip olsa da, neden-sonuç ilişkisi kurabilecek kadar zekaya sahip herkes doğru bir argüman üretebilir. Biz henüz bu ihtimali düşünemiyoruz. Çünkü, biz zaten bilinmesi gereken herşeyi, her yönüyle biliyoruz. Öğrenmeye kapalıyız. Yeni bir dile kapalıyız. O yüzden yeni bir fikir üretmeye çok çok uzağız.
Hoşgörüyü ve tevazuyu öğrenemediğimiz için, insanca eleştiri yapmayı da beceremiyoruz. Hemen fanatizme kayıyoruz, kamplaşıyoruz. Ve bu kamplar da birbirini kuşatmaya başlıyor. Bir bakıyorsunuz A kişisi gibi düşünen herkes düşman, B kişisi gibi düşünen herkes dost. Analiz yapmaya, “acaba?” demeye üşeniyoruz, çünkü haklılığımızdan en ufak bir kuşku dahi duymuyoruz. İyi de, bu ülkede herkes haklıysa ve doğrusunu biliyorsa, niçin bu haldeyiz? Niçin hala kalkınamadık, niçin hala kısır tartışmalarla, sığ ideolojik söylemlerle vakit kaybediyoruz?
Yeni kelimeler öğrenmek için, yeni insanlarla tanışmak, etkileşmek gerekiyor. Bir insan farklı giyiniyor, farklı konuşuyor, farklı düşünüyor diye ona söz hakkı vermiyoruz. O yüzden daracık kelime dağarcıklarımızla sınırlı kalıyoruz. Yeni düşünceyi de işte bu yüzden üretemiyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen sorunlarımız için yeni çözümler bulamıyoruz. Ben biliyorum ki “barış”ın Kürtçesi, “dürüstlüğün” Ermenicesi, “dostluğun” Yunancası, “özgürlüğün” Arapçası mevcut.
Siz de bilin bunu. Siz, diğer kamptakiler! İdeolojilerin, öğretilerin, gelenek-göreneklerin, devletin, anayasaların, kanunların, alışkanlıkların, zihniyetlerin veya eğilimlerin "mutlak" veya "tartışılamaz" olmadığını görün. Gerçeği bütün boyutlarıyla kavramanızın mümkün olmadığını kendinize itiraf edin. Hangi "kamptan" gelirse gelsin, birisinin bir konuda muhakkak sizden daha çok şey bilebileceğini kabul edin. Buradan başlayın.