Gerçekten barış istiyorsak, maddi manevi bütün silahları-milliyetçi söylemi ve ötekileştirmeyi bırakmak şarttır.
Ancak 20. yüzyılın başlarında milliyetçilik, nasyonalizme de kayarak "iktidar"a gelince neler oldu? Tarihin en korkunç kıyımları, etnik temizlik, ötekileştirme, eşi benzeri görülmemiş yoğunlukta baskı üreten rejimler..Üniter olma fikri, totaliter zihniyet ve milliyetçilik faşizmi doğurdu. Ve bu faşizm, kendisini karşıtlıkları üzerinden tanımladı-dolayısıyla "karşıt" olanı yok etmek mübah sayıldı. Artık bir ırka mensup olmamanız sizin "suçlu" olmanıza yetiyordu. Bu akımdan elbette biz de etkilendik.
Devletin ve biz Türklerin bugün hala korumaya çalıştığı milliyetçilik, bu tarz hamasi bir milliyetçiliktir-"ya sev ya terket"-"Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi düsturları benimsemiş bir harekettir. Peki yelpazenin öbür tarafında ne var? Kürtlerin milliyetçiliğini, tepkisel olduğu için mazur görebilir miyiz? Oralarda da işi etnik ayrımcılığa taşıyan, sadece devleti değil, sivil vatandaşı da düşman olarak görenler yok mu?
Pekala kabul ediyoruz, devlet vatandaştan tamamen bağımsız bir varlık değildir, o devleti yaratan üzerinde yaşayan insanlardır. Ancak yaşanan mağduriyete karşı ses çıkaran, Kürtlere haklarının verilmesini savunan sivil vatandaşların bile terörden zarar görebilmelerini anlayışla karşılamak mümkün değildir.
Bazı Kürtlerin hala PKK'yı destekliyor olması, onların bu örgütü hala "haklarının savunucusu" konumunda görmesinden kaynaklanmakta. Bu, aslında çok yadırganacak bişey değil, çünkü gerçekten gösteriş için bile olsa onların haklarını başka savunan yok. Ancak İstanbul'un göbeğinde bomba patlatmak, veya zorunlu olarak askere alınmış gencecik bir çocuğu mayınla havaya uçurmak, ya da zaten yoksul olan bir aileyi haraca bağlamak-Kürtlerin hak arama mücadelesine ne katıyor? Onları sevindiriyor mu bu tip eylemler? Türk veya Kürt bir annenin evladını kaybetmesi, ağlaması, dünyasının yıkılması-Kürtleri o çoktan elde etmeleri gereken haklarına yaklaştırıyor mu gerçekten?
Bu savaşa iki taraf da gençlerini kurban veriyor. Bazı Kürtler için PKK'ya katılıp dağa çıkmak bir şan-şeref meselesi-tıpkı bizdeki gibi. Bazıları intikam için, bazıları da "zorunlu" olduğu için giriyorlar mücadeleye. Ve aslında aldıkları emirleri uygulamaktan başka bişey yapmıyorlar. O emirleri uygulamamaları konusunda neler olacağını herhalde hepimiz biliyoruzdur. O yüzden burada birinci derecede sorumlu olanlar dağlarda, ovalarda ellerinde silahla birbirini vuranlar değil-onların eline o silahı tutuşturup öldürme emrini verenlerde. Burada iki taraftan da bahsediyorum elbette. Silahların susması ancak en tepedekilerin emriyle mümkün bu saatten sonra. Ve iki taraftan da silahları susturmaya yönelik bir girişim yok-kaybedilen onbinlerce gence rağmen.
Geçen yazıda da bahsettiğim gibi, biz Kürtlere sürekli anlatılacak korkunç hikayeler veriyoruz. Ama PKK'nın yaptığı da buna çok benzer birşey, vicdan sahibi herkesin canını yakan birşey. Ve şunu da kabul etmeliyiz ki açıkça vatandaşına zarar vermekte olan bir örgütle savaşmayacak devlet de yoktur, olmamalıdır zaten. Ancak savaşırken kullanılan yöntem ve konulan hedefler-bizim adalet anlayışımızı belirler. Ne OHAL'in verdiği yetkiyle yargısız infazlar, işkenceler, haksız tutuklamalar gerçekleştiren, JİTEM veya Ergenekon tarzı oluşumların bölgede güç sahibi olmasına göz yuman TSK, ne de şehirlerde bombalı eylem yapan, yollara mayın döşeyen, yolcu otobüslerinin yolunu kesen, vatandaşı haraca bağlayan PKK bu savaşta "adil" bir biçimde savaşmamıştır.
Hiç şüphe yok ki bizim hamasi milliyetçi söylemlerimiz kadar PKK'ya yardımcı olan bir söylem tipi daha yok. Biz yangına körükle gittikçe, PKK kendine daha radikal yandaşlar bulabilmekte, devlete ve Türklere karşı Kürtleri çok daha rahat kışkırtabilmekte. Onlara bu şansı vermemek için derhal barışçıl bir dille konuşmaya başlamamız şart.
Ama hayır, iş sadece bize düşmüyor. Hak arayışında olan, adalet arayışında olan, buna samimi olarak inanan Kürtlerin de, PKK'nın önkoşulsuz olarak silah bırakmasını talep etmeleri gerekiyor-ve bu gerçekleşmediği sürece de bütün desteklerini çekmeleri lazım gelir. Masumlara zarar vermenin pazarlığı olmaz-"önce hakları verin, sonra silah bırakalım" demek şantajdan ve tehditten başka bişey değildir.
Sonuç olarak, iki taraf da kendi içinde özeleştirisini yapıp-karşı tarafında eleştirilerine kulak verip, derhal, hiçbir şart sunmadan silahını bırakmalı ve masaya oturmalıdır. Bu sorunun çözümü için silah içeren herhangi bir alternatif başarıya ulaşmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder