Hiçbir mücadele, hiçbir fikir, hiçbir ideoloji, hiçbir hak arayışı, hiçbir ezilmişlik veya yoksunluk-masum ve sivil bir insana zarar vermeyi meşrulaştıramaz. Yani amacınız ne kadar kutsal olursa olsun, size zarar vermemiş bir insana, yani sizin başınıza gelenlerden birinci derecede sorumlu olmayan bir insana zarar vermeniz, sizi insanlıktan çıkarır-suçlu konumuna getirir. Sadece hukuken değil, vicdanen de suçlu. İnsanlık karşısında suçlu.
Bunda uzlaştıktan sonra, önce kendimize, devletimize-sonra da "karşıdakilere" veya "uzaktakilere" bakalım. Bunun için iki ayrı yazı yazıcam ve bu yazıda devletin sorumluluğuna, ikinci yazıda da Kürtlerin sorumluluğuna değinicem. Aslında o bölgeleri gezmeden, o insanlarla içli dışlı olmadan bu yazıyı yazmaya kalkışmak biraz ukalaca olacak ama, Kürt sorunu, bu ülkenin en büyük sorunudur ve fikir üretmeden, düşünmeden, empati yapmadan çözmemiz mümkün değildir. O yüzden ben de dilim döndüğünce, anladığım kadarını aktarmaya çalışıcam.
Öncelikle ikrar etmemiz gereken çok kritik bir gerçek var: hepimiz suçluyuz. Bu devletin kuruluşundan beri, hepimiz, sürekli suç işlemekteyiz. Çünkü bizim insanlarımız, bizim vatandaşlarımız zarar görmekteler. Ve biz bunu değiştirecek hiçbir adım atmamakta ısrarcıyız. Üstelik 25 yıldır da yol açtığımız acının bize geri dönüşünü yaşıyoruz. İnsanlıktan çıkarma raddesine getirdiklerimizin, insanlık dışı intikamını tadıyoruz. Ve bu yüzden de içimize utanç yerine öfke dolmaya devam ediyor.
Ülkece çok kritik bir noktaya sürükleniyoruz. Bu süreç elbette 25 sene önce başlamış değil. Peki biz ne yaptık? Bu insanlar, sadece artniyetlerinden dolayı mı devlete karşı ayaklandılar? Yoksa gerçekten sabrın bir sonu var mı? Peki bu sabrın sonu bile, masum insanlara zarar vermeyi meşrulaştırır mı? O zaman karşı çıktığımız şeye dönüşmüş olmaz mıyız? Bu, bir sonraki yazının konusu.
Şimdi, elimizi vicdanımıza koyalım. Kürtlerin bu topraklarda yüzyıllardır yaşadığını artık kimse inkar edemiyor (böyle bi dönem de yaşandı). Ancak halen Kürt kimliği devlet tarafından tanınmış değil. Peki tek sorun bu mu? Elbette değil.
Kürtler, bu devletin kuruluşundan beri maddi-manevi acı çekmekteler, zarar görmekteler.Tek suçları da misak-ı millinin sınırları içinde yer almak ve Türk olmamak. Devlet, doğu ve güneydoğu anadoluda devletliğini yapmadı, yalnızca bekçilik yaptı. Kürtler, makbul vatandaş değil bir "güvenlik sorunu" idi. Daima teftiş edilmeli, denetim altında tutulmalıydılar. Mazallah, her an "üniterliğin" dışına çıkıp "birey" olabilirlerdi!
Devlet, (yani hakim ideoloji) daha en başta toprak reformunu yapıp oranın halkını ağalardan, törelerin boyunduruğundan kurtarmadı. İktidara gelen her parti, bölgenin feodal yapısını korumak için adeta özen gösterdi. Çünkü "ağa"yı kafaladıktan sonra, "ahali"nin oyları cepteydi. Bunun yanısıra, "komünizm" (özünde bilinçlenme) korkusuyla o bölge halkının eğitimini ve kalkınması aksatıldı. Bölge, kasten yoksun ve yoksul bırakıldı. İnsanlar anadillerini konuşamadılar, çocuklarına annelerinin, dedelerinin ismini koyamadılar, kendi kültürlerini geliştiremediler, yaşatamadılar. Bu, onların tembelliğinden kaynaklanmadı değil mi?
Kürtlerin siyaset yapması da her daim engellendi. Açtıkları bütün partiler kapatıldı, DTP de kapatılmak üzere işte. RP'nin kapatılmasını haklı bulan AİHM, diğer parti kapatmalarını kesinlikle haksız bulmakta. İnsanların hakkını gasp etmekteyiz, "cumhuriyet" diye öve öve göklere çıkardığımız rejimimizde, bir bölge halkının temsil hakkını kasıtlı bir biçimde sürekli ellerinden almaktayız.
Sadece bu kadar mı? 1980 ve diyarbakır cezaevinden bahsetmeden bugünkü sorunu kavramamız sanırım mümkün değildir. Fikren bile olsa hiçbir örgüte bulaşmamış, siyasetin ne manaya geldiğini bile bilmeyen genç-yaşlı yüzlerce insanın eşi benzeri görülmemiş işkencelerden geçirilmesi-toplumsal hafızada nasıl bir travma yaratır, tahmin edebiliyor musunuz? Peki sonrasında neler oldu? OHAL, yakılan köyler, zorunlu göç(dolayısıyla şehirlerde varoşlaşma), yargısız infazlar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, bölgede cirit atan çeteler..Her türlü hukuksuzluk, haksızlık, zorbalık yaşandı oralarda.
Bunlar daha yeni işlenmiş suçlar. Bundan öncesi de var. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isyanların bastırılma şekli, halen tartışılıyor. Avrupa parlamentosunda Dersim olayları daha yeni konuşuldu. Bunlar, o bölge insanlarının hafızasında yer etmiş olaylar.
Burada bir parantez açayım: Bu tarz olaylar gündeme gelince (Ermeni tehciri, dersim olayı, mübadele) devleti savunmaya geçen insanlar hemen "kanıt" soruyolar, "belge" soruyolar. Babannem bana kurtuluş savaşı yıllarında Yunanlıların yaptığı zulmü anlatırdı: evleri yakmaları, yağmaları, saldırıları vesaire..Ve tabii Türk ordusunun gelip onları zulümden kurtarmasını, Mustafa Kemal'i gözleri dolarak, sevinçle, derin bir saygıyla anlatırdı. Ben tutup babanneme "bunları belgeleyebilir misin?" diye sormadım, çünkü sesinin tonundan, Yunanlılara karşı sözlerindeki öfke ve korkudan; ve Mustafa Kemal'den bahsederken sesini aniden dolduran sevgi ve saygıdan anlıyordum sözlerinin doğru olduğunu.
İşte Kürtler de benzer hikayelerle yetişiyorlar kuşaklar boyunca; bu hikayeleri onlara "dış mihrakların ajanları" falan anlatmıyor, dedeleri, nineleri, canları, ciğerleri anlatıyor. Tahmin edersiniz ki anlatılanlar devleti ve askeri hiç de "över" nitelikte değil. Bu insanlar, çok ciddi bir travmadan geçmişler. Ve, kusura bakmayın, bu kadar korkunç yaşanmışlıklar üzerine bi de belge istemek biraz abes kaçıyor. Önemli olan, öncelikli olan, bundan sonraki kuşakların bu hikayeler yerine daha barışçıl, daha insancıl hikayelerle büyümesini sağlamak. Mağduriyete, yoksulluğa, yoksunluğa ve baskıya son vermek. Sonraki kuşaklara özgürlüğe, kültüre, dostluğa, birarada yaşamaya, insanlığa dair hikayelerin anlatılmasını sağlamak.
Şimdi söyleyin: Bu ülkede, güneydoğu anadolu bölgesinde doğmuş olmak ister miydiniz? Kendinizi şanslı sayar mıydınız? Aklınıza ne geliyor oraları düşününce?
Çok açık bir gerçek daha: oralarda "yaşanmıyor". Kanıt mı istiyorsunuz? Çok basit bir gerçek. "Yaşanabilirlik" üzerine yapılan bir araştırma geçenlerde cnbc business dergisinde yayınlandı. Güneydoğu illerinin tamamı son sıralarda. "Yaşanabilirlik" kriterleri nelerdir? Devlet, o bölgeyi sınırları içerisine katarken "buraları alalım ama buralarda yaşanmasın" demiş olabilir mi? Böyle bir hakkı var mı? Hayır. Devlet, o topraklar üzerinde yaşayanlardan sorumludur.
Sözün özü: o topraklarda devletin kendi eliyle açtığı-ve kapatmaya yanaşmadığı derin bir yara var. Bu yara insanların sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal bütün hayatlarını sarmalamış durumda. Ve ısrarla kapatılmayan yara, 25 yıl önce büyük bir enfeksiyon yarattı. O enfeksiyonu gidermenin yolunun, bölge halkını daha fazla baskı altında tutmaktan geçtiğini zannedenler, 25 yıldır yanılmakta ve enfeksiyonu daha da yaymakta, güçlendirmekte. O bölgede bir takım insanlar, artık insanlıktan çıkmış bir vaziyette karşı saldırıya geçmiş vaziyetteler. Ellerinde ne var ne yoksa devlete baş kaldırıyorlar. Hiç şüphe yok ki suçlular. Ama onları yaratan devlet de en az onlar kadar suçlu. Ve yetki sahibi olduğu için, aynı zamanda bütün olanlardan da sorumlu.
Devlete düşen, bölge halkına artık en temel insani haklarını teslim etmektir. Onları ikna etmektir. Kendi gelecekleri, kendi kültürler, kendi dilleri, kendi toprakları üzerinde söz söyleme hakkını önkoşulsuz olarak onlara sunmaktır. Çünkü o 80 yıllık yara kapanmadan enfeksiyonu gidermenin yolu yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder