25 Ocak 2009 Pazar

dikkat porno çıkabilir!

Teknoloji sürekli gelişmekte ama en temel dürtülerimiz sabit. Aradaki çelişkiyi çok seviyorum. Mesela tuvaletlerimizi "dizayn" ediyoruz, olabilecek en estetik, en rahat, en kusursuz hale getiriyoruz. Sonra içeri girip osuruyoruz, geğiriyoruz, sıçıyoruz, işiyoruz, kıllarımızı-tırnaklarımızı kesiyoruz, yıkanıyoruz, kimi zaman mastürbasyon bile yapıyoruz. O en ilkel, en pis halimizi, çok hijyenik, çok klas, aydınlık mekanlarda yaşıyoruz günümüzde.

Sonra mesela çift çekirdekli işlemciye sahip, 2GB RAM ve 500gb hafızası olan çok iyi bir bilgisayar alıyoruz, içine birsürü işlevsel program ıvır zıvırla dolduruyoruz ve sonra en son Call of Duty veya Medal of Honor oyununu yükleyip adam öldürmece oynuyoruz. Ya da, porno izliyoruz. Bir şekilde bilgisayarımız bizim cinsel güdülerimizi tatmin eden bir araç haline geliyor. 

Tanıdığım her erkek porno seviyor, şu ana kadar sevmeyenine, bi şekilde izlemeyenine rastlamış değilim. Nedenini de söyleyeyim:  bir erkek için, bütün dünya yaşanmayı bekleyen bir porno filmi gibidir. İnternet olur, uydu ya da paralı kanal olur, dergi olur, gazete olur..pornografi sandığınızdan daha fazla içiçedir erkek hayatıyla. Facebook'ta hafif dekolte bi resimden tutun, sokakta aniden karşınıza çıkan bir mini etek: erkekte saniyesinde cinsel çağrışımlar yaratır. Kızlar, bunun böyle olmadığını söyleyen bir erkek olursa, inanmayınız. 

Peki şu gerginlik nerden kaynaklanıyor; kız arkadaşlarımız porno arşivimizi görmemeli! Yani erkekler 7 saniyede bir seks düşünüyorsa, zaten aşağı yukarı herşey bir porno malzemesidir! Ama hayır, ayıp şeyler bunlar, kızlara fantezilerimizi, nasıl pornolardan hoşlandığımızı söylememeliyiz. Bunun altında yatan acı gerçek şu: kız arkadaşlarımızı porno yıldızlarıyla özdeşleştirmek istemeyiz. Çünkü o zaman kız arkadaşımızın da diğer erkeklerle şu filmlerde izlediğimiz şeyleri yaptığını/yapabileceğini düşünmeye başlarız. Hayır, bu kabul edilemez. Kız arkadaşımız temiz kalmalıdır, pornoyla kirletilmemelidir. Ve bunun yanısıra benim ne kadar sapkın bir adam olduğumu da bilmemelidir! Bu yüzeysellikle yaşıyoruz ilişkilerimizi, hayatımızın göbeğinde duran dürtüleri sevgilimizden saklayarak yaşamaya çalışıyoruz..eh bundan da hayır geliyor mu bilemiyorum..

Tanıdığım çoğu kızsa pornodan hoşlanmadığını söylüyor. Olabilir, seksüellik iki cinste epey farklı yaşanıyor. Sonuçta kimseye de istemediği birşeyi dayatmamak lazım. Ama onlar da bizi anlasa azıcık?   

Pornografinin seksi kirlettiğini ve kadınları aşağıladığını düşünen çok fazla kadın var bu dünyada. Aynı şekilde pornonun erkekleri azdırdığını ve sapkınlığa ittiğini savunanlar da mevcut. Üzgünüm, katılmıyorum. Pornografi hiçbişeyi kirletmez. Öncelikle herkesin gözüne zorla sokulan birşey değildir, izlemek veya izlememek kişisel bir tercihtir. Aynı şekilde aktrisler ve aktörlerin çoğu pornolarda zorla oynatılmamaktadır. Legal porno sektöründe, reşit insanlar kendi rızalarıyla porno filmlerde oynamaktadırlar. Burada belki fahişeliğe yakın birşey olduğunu savunabilirsiniz. Peki fahişelik kadınları aşağılayan birşey mi? O başka bir yazının konusu olsun..

Ama şuna inanıyorum ki kadınlar pornoyla aşağılanmaktaysa, pornodan çok önce de aşağılanmaktaydılar. Çünkü dürtüler aynıydı insanoğlunda, sadece aktarıldıkları "medium"lar farklıydı. Mesela korku filmleri psikolojimizi bozar mı diyosunuz? İnsanlar şiddet/vahşet filmlerinden özenip birbirlerini öldürüyorlar mı diyosunuz? 

Burda mesele insanların cehaletidir. Cehalet kurgu olanla gerçek olanın farkına varamamaktır. İnsanlar, tarih öncesinden beri birbirlerini öldürmektedirler. Bu dürtü cinayet filmlerinin malzemesidir. Pikaçu izleyip camdan atlamanın, porno izleyip her kadına pornstar gözüyle bakmaktan bir farkı yoktur. Porno sektörünün malzemesi de insanların en temel dürtülerinden olan sevişme dürtüsüdür. Porno özünde basittir. mühim olan, sizin pornodan ne kadar etkilendiğinizdir. bu da aldığınız eğitimle, yaşadığınız ortamla alakalıdır. Ve sonuç olarak porno sapkınlığa bir sebep değil, sapkınlığın bir sonucudur, bir sektördür.

Ayriyeten korku filmlerinde de aktörler korkmuş gibi yapmak için para alıyo. pornoda da aktörler/aktrisler zevk alıyormuş gibi yapmak için para alıyo. Ben arada bir fark göremiyorum, insanlar porno sektöründe yer almak istiyorlarsa bu onların tercihidir.

Şunu bir kabul etsek çok rahatlayacağız: insanoğlunun bir kısmı halen hayvandır, halen hayvansı ve hiç de narin olmayan, kaba saba dürtülere sahiptir. Bu dürtüleri bastırmak, tarih boyunca hiç de iyi sonuçlar vermemiştir. Porno izlemek bu dürtülerin yatıştırılması konusunda yeterlilik sağlayabilir, bu açıdan gayet faydalı bir olgudur. İnsanları bu dürtülerden tamamen arındıramayacağımıza göre, bir şekilde bunların yönlendirilmesi gerekmektedir. Ve porno, en az zararlı yöntemlerden biridir.

Bir başka nokta, pornonun neden olduğu söylenen her türlü sapıklık, cinsel istismar, ruh hastalığı zaten geçmişte, milattan öncesinde bile mevcuttur. Yüzlerce yıl önce yazılmış çeşitli kutsal kitaplarda bile bahsi geçmektedir bu sapıklıkların. Yani porno insanlık adına yeni birşey icat etmemiştir. Sapkınlık insan doğasında halihazırda mevcuttur. Eski çağlarda yan mağaradaki kadını dikizleyip mastürbasyon yapan adam, bugün porno izleyip mastürbasyon yapmaktadır. 

Ayriyeten, sadece kadınların hegemonyasına dayanan "fem-dom" adı verilen pornolar da mevcuttur. Kadınların aşağılandığını düşünenler buna ne diyorlar? Mesela sado-mazo fantaziler, mesela küfredilmesinden-aşağılanmaktan hoşlananlar cinsel olarak hangi kategoriye giriyor? Onların pornosunu yapılınca aşağılanmış mı hissediyorlar? E zaten amaçları da bu değil mi..

Kısacası, üzerine bir medeniyet inşa ettiğimiz dürtülerimizden bu denli utanmayalım ahali. 

15 Ocak 2009 Perşembe

oyuncaklarım nerde yaa?!

Şu hayattaki en büyük pişmanlıklarımdan biri, eski evimizden taşınırken oyuncaklarımı atmış ya da yuvaya vermiş olmamdır. Hangi akla hizmet yaptım böyle bişeyi? Artık oyuncaklarla oynamayacağımı düşündüm. Büyüdüm ya, benden küçüklere bağışlayabilirdim onları. Şimdi ne çok özlüyorum oyuncaklarımı yahu..

Dr. No vardı bitane, ellerine değişik silahlar takılabiliyodu. G.I. Joe elbette bikaç tane, çok elastikti onlar, kolları bacakları acaip oynardı. Ninja Kaplumbağalar, minibüsleriyle beraber. O minibüsün tepesi açılırdı, çizgi filmin jeneriğindeki gibi ordan gökyüzüne sıçrayacaklar, arkada dolunay varken silüetleri görünecek falan.. 

Sonra çocuk dergileri vardı, en meşhuru tabii ki Milliyet Çocuk'tu. Red-kit, Asterix, örümcek adam döne döne tekrar okuduğum çizgi romanlardı.. Ama benim esas takıntım"Dinozorlar" dergisiydi, Jurassic Park'tan sonra meşhur olmuştu elbette. Hiç unutmuyorum, Atlas-Copco şirketi bir dinazor iskeletinin çıkarılışını finanse ettiği için o dinazora "Atlascopcosaurus" adının verildiğini okumuştum o dergide! Hala unutmadıysam bu bilgiyi ölene dek unutmam herhalde. Her hafta bir T-rex maketinin parçalarını verirlerdi, inat edip hepsini biriktirmiş ve maketi yapmıştım. Atılır mı o ya?! Duracaktı şurada masanın üstünde, aah ah..

Terminatör oyuncağım da vardı, o iskelet haliyle. Gözleri karanlıkta kırmızı kırmızı parlardı. Bazen maç yaptırırdım onlara, alüminyum folyonun etrafına bant sararak top yapmıştım küçük bitane. Bazen de macera filmi çevirirdim, odamın etrafına ipler bağlardım, kahramanlar iplerden kayarak aksiyona dalarlardı.

Terminatör2'ye sinemada gitmiştim, müthiş etkilenmiştim. Hala izleyince heyecanlanırım. Jurassic Park ve Mask de böyle, o  filmlere gidişimi unutamam hiç.

Tabii arabalar vardı, kapılarının açılıyo olması çok önemliydi. İçine sığacak kadar küçük oyuncağım yoktu gerçi, ama olsun. Bazen kapılar kanat olurdu, araba da uçuverirdi.

Geleceğe Dönüş serisi meşhur olduğu zamanlar karton, kağıt, boya vesaire kullanarak o zaman makinası-araba karışımı aletin göstergelerini yaptığımı hatırlıyorum. İşte hangi yıla gidilecek, kaç basıyo, benzin falan. İlkokuldaydım. 

Oyun hamurları, balonlar, kuyruğunu sıkınca eklemleri oynamaya başlayan mekanik yılanlar, bileğine doğru hızlıca çarpınca bilezik olan enteresan plastik şeysi, yapbozlar, minyatür yeşil askerler..

Tabii bunların yanısıra bütün oyunlar için ayrı ayrı uydurulan ses efektleri, piyuuu, çuffff, bumm, tatatatata, vışşşşş, ciyuv ciyuv..

O zamanlar hiçbişeyin neden-sonuç ilişkisine bağlı olması gerekmiyordu. Etrafımdaki insanların davranışlarını analiz etmek, bir yandan kendi davranışlarımı kontrol etmek, akla-mantığa uygun hareket etmek gibi kaygılar yoktu. Herşey olduğu gibiydi, öyleydi, çünkü ben öyle olmasını istiyordum. Bu kadar basitti. Arkadaşlarla saçma saçma şeyler yapmazsak kendimizi tuhaf hissediyorduk. Şimdi tam tersi. Neymiş-büyümüşüz.

İnsan büyüdükçe ne çok gereksiz mesai yapmaya başlıyor..beynimizi yoruyoruz anlamlı bişeyler yapmak için. Halbuki, nedir? Neyi kovalıyoruz? Tutarlı olmak, süreklilik göstermek, istikrar niçin önemli? Niçin bir noktadan sonra aynı insan olmaya ömrümüz boyunca devam etmek zorundayız? Çocukken sadece çocuktuk. Yapmak istediklerimiz belliydi, ve varyasyonları sonsuzdu. Ellerimizle bişeyler yapardık, üretirdik. Şimdi saatlerce klavye başındayız, ürettiğimiz sadece laf. 

Şimdi oyuncaklarıma bakıp onlarla dertleşmek isterdim. Hayalgücümü kendi kendime de olsa gerçekten dışavurduğum zamanları hatırlamak isterdim. O günlerden hiç elle tutulur bişey kalmadı, sadece fotoğraflar. Bişeyleri biriktirmenin, sonra onlara bakıp geçmiş zamanı hatırlamanın güzelliğini bilemiyor insan o yaşlarda..

Bu vesileyle, herkese Masumiyet Müzesi adlı muhteşem eseri tavsiye ediyorum, onun hakkında da ayrıca bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Oyuncaklarınızı saklayın!

7 Ocak 2009 Çarşamba

yaşanabilirlik katsayısı

"İntihar etmeyeceksek içelim bari" diye yazmış Adalet Ağaoğlu.

İçmek unutmak mıdır, yoksa hatırlamak mı? Unutmadan yaşanmaz orası kesin. Eh, oradan yola çıkıp içmeden de yaşanmaz sonucuna varmak zor değil..o halde içki bende unutturucu bir etkiye sahip diyebilirim başlangıç olarak.

Peki nasıl yaşamalı? Burada esas öne çıkan soru şu: Hayat yaşamaya değer mi? Daha doğrusu, "hangi" hayat yaşamaya değer? 

Günü gün ederek, nerde akşam orda sabah, gelişigüzel, doğaçlama, başına buyruk, hiçbişeyi takmadan, hiçbişeye üzülmeden..böyle rahat bir yaşantı var mı bir yerlerde? Mesela köylere kaçsak, dağlara çıksak? Bu şehirler mi yüzümüzü griye boyadı? Belki bu tıkış tıkış yerlerden uzaklaşsak stresten, kaygılardan, yalnızlıktan arınır mıyız?

Yoksa herşeyi en ince detayına kadar düşünüp, planlayıp, büyük hedefler belirleyerek ve onlar için elimizden geleni yaparak mı yaşamalı? Büyük bir amaç uğruna emek vermenin, kendinden büyük bişeyin parçası olmanın yatıştırıcı etkisiyle, aynı amaç uğruna çalışan bir kalabalığın parçası olmaktan duyulan ailevi bir bağlılıkla devam edilebilir mi hayata?

İkisinin ortası bir hayat düşünülebilir mi?

"Hayatla ilgili en önemli soru, intihardır." demiş Albert Camus.

Peki intiharı düşünmeden yaşanır mı? Hangimiz kurgulamadık böyle bişeyi? Hangimiz hayatımızın her anında kendimizi "bütün" hissedebildik? Bütün bu ilişki kurma, temas etme, sevişme, çocuk yapma, aidiyet hissetme çabamız bundan mı? İntihar etmemek için mi hayatta birilerine tutunmaya çalışıyoruz? Hayatımızda mutlaka birilerinin olmasını istememiz, ama aslında çoğunu da zannettiğimiz kadar çok sevmememiz nasıl açıklanabilir ki?

İki insan arasında daima bir mesafe olur. Bu bir güvenlik bariyeridir. İşler ters gittiğinde, ilişki sekteye uğradığında, o bariyer öne çıkar, abartılır, dikkatle kavganın ortasına yerleştirilir. Artık iki taraf da kendi hataları için suçlayacak bir nesne bulmuştur. Ah, kolaycılık..

Hayat karşısında alçakgönüllü olmak iyidir diye düşünüyorum. Bazen aylarca bişeyin hayalini kurarsınız, bir plan yaparsınız, gelecekle ilgili güzel düşler kurarsınız. Ancak ufak bir tesadüf, hiç akla gelmeyen bir ihtimalin gerçekleştirmesi, bütün beklentilerinizi boşa çıkarmaya yetebilir. Bu durumda, kime kızılır? Kime küfredilir? Kızmak veya küfretmek neyi değiştirir? Değiştiremeyeceğimiz şeylerin olduğunu kabullenmek de önemlidir.

Ama hayal kurmanın güzelliği olmadan yaşanır mı? Herşeyin bir gün mutlaka tam istediğimiz gibi olacağını düşünmeden, nasıl yaşamaya devam edebiliriz? Birbirinden sıkıcı derslere girip, birbirinden sıkıcı işlerde çalışıp, birbirinden sıkıcı ilişkiler yaşayıp nasıl hala geleceğe dair umut beslemeye, her sabah yeni ve berbat bir güne uyanmaya devam edebiliriz? 

"Hergün yeni bir gün" diyerek, veya "bugün hayatının geri kalanının ilk günü" diyerek huzur bulunabilir mi? Yoksa bize gereken bir devamlılık ilüzyonu mu? O ilüzyon kaybolduğunda çekilen acı, devam ederken hissedilen huzura değer mi?

Acaba refleks olarak, farkına varır varmaz unutur muyuz o an hayatımızın hiç de istediğimiz gibi gitmediğini? Sanki beynimiz kendini aşırı üzüntüden korumak için bazı şeyleri unutmaya, bastırmaya programlanır kendiliğinden. Başka şeylere odaklanırız, başka meseleler düşünürüz, konsantrasyonumuzu o an hiç de önemi olmayan düşüncelere, insanlara, olaylara çeviririz.

"Dünya kusursuz olmadığı için sanatçılar vardır" demiş Andrei Tarkovsky.

Belki de hepimizi kurtaracak olan budur; kendi kafamızdaki dünyayı mükemmelleştirmeye çalışmak, hayata dair, ölüme dair, aşka dair fikirlerimizi ve duygularımızı ortaya koymak..Üzüntümüzden, eksikliğimizden, kusurluluğumuzdan bir eser yaratmak, onu başkalarına anlatmak, başkalarında kendimizi, kendimizde de başkalarını bulmaktır belki de bizi kurtaracak olan..

Arasıra içip unutarak, arasıra kızıp bağırarak, arasıra gülüp boşvererek, arasıra hiç ama hiç önemsemeden, arasıra en ufak bir sorunu ölüm-kalım meselesi haline getirerek yaşamak..ama hep nefes alarak, hep deneyerek yaşamak.

Bunu kaçımız becerebiliriz?