10 Aralık 2010 Cuma

yımırta

Hani neresinden tutsanız elinizde kalacak konular olur ya, şu son günlerdeki polis şiddeti ve yumurta savunusu aynen bu minvalde işte. Öyle ki kafamda yazının bitmiş haliyle uyandım, oturup yazmak kaldı sadece. Olaylar çok yönlü olmasına rağmen, zihniyetler kabak gibi ortaya çıkıverdi bu olaylarla.

Derhal bir polisi aklama girişimi başlatıldı dört koldan. AKP, utanmadı, sorumluları ayıklamaya girişmedi "polis yetkisini kullandı" dedi..Polisin böylesine hunharca, böylesine insanlık dışı bir müdahalede bulunmasının "yetki" olarak yorumlanabildiği bir ülkede yaşıyor olmak sizde de utanç, mide bulantısı, başağrısı, hiddet, nefret karışımı bir duygular silsilesi uyandırmıyor mu?

İşin bir de medya ayağı var..neler yazılmadı ki? Bu eyleme gidenlerin "patolojik sorunları" varmış (Türköne), gidenler maksatlıymış, örgütlüymüş (süpriiz!), hatta efendim ergenekoncuymuş, komplocuymuş..Yahu, hırsızın hiç mi suçu yok?! Esas patolojik vaka devlet şiddetinde, polis gaddarlığında değil mi? Bir kadıncağıza, hamile olduğunu bile bile copla vurmak, tekmelemek ne demek yahu, hangi insanlık, hangi yetki anlayışı bu eylemi meşrulaştırabilir? Vicdan denen şeyden nasibini alamamış bu kadar çok insanın bulunması insanı çileden çıkarıyor..

Bu kafayı yemiş medyada en çok rahatsız eden, saç baş yolduran, şüphesiz ki "hamile kadının orda ne işi var" lafıydı. Ataerkil zihniyet bu yorumda birleşti, billurlaştı adeta. Çünkü hamile kadının yeri eviydi, tek sorumluluğu karnında taşıdığı bebeğine karşıydı. Kendine karşı sorumlu olamazdı artık, sesini duyurma, sokağa çıkıp gösteri yapma hakkına haiz değildi. Zaten eylem dediğin, eninde sonunda polis copuyla, biber gazıyla bitmesi gereken, böyle zararlı kaka bişeydi. Böylesine aşağılık bir şiddet olayında bile faturayı mağdura kesmenin bir yolunu bulabiliyoruz ya...(bu üç noktadan sonra dilediğiniz küfürü yerleştirebilirsiniz)

Herneyse, bütün bunları yazdıktan sonra biraz daha genel bir noktaya dönmek ve biraz da eylemcilere bakmak istiyorum, orada da sorunlar var çünkü (polis şiddetiyle karşılaştırdığım zannedilmesin).

Şiddetin nerede nasıl kullanılacağı, hangi kapsamlarda "mazur" görülebileceği bu ülkede hiç tartışılmıyor. Şiddetin farklı çeşitleri, dozları olabileceği hiç düşünülmüyor. Mağdurun yanında duracağız, polis şiddetine karşı çıkacağız derken, yumurta atmayı, farklı bir tür şiddeti o kadar kolay meşrulaştırabiliyoruz ki, hızımıza kimse yetişemiyor.

Madem o kadar felsefe okuyorum ve şu sıra madem her tarafımdan Kant fışkırıyor, izin verin şöyle Kantçı etikle bir değerlendirme yapayım (kendi ukalalığımdan zevk aldığım anlar var, kabul ediyorum). "Öyle bir şekilde davranalım ki, bu davranışımızın prensibinin aynı zamanda evrensel bir kural olabilmesini de kabul edebilelim.".

Bir basın toplantısı, veya gösteri, veya yürüyüş, veya herhangi bir konuşma esnasında, beğenmediğimiz, katılmadığımız hatta açıkça düşmanı olduğumuz bir fikri dile getiren kişiye yumurta atmak meşrudur; sizce böyle bir prensip evrensel olmalı mı? Peki ya bu "öğrenci kollektifi" başka bir yerde eylem yaparken, seslerini duyururken, kendi fikirlerini ifade ederken bir grup AKP'li öğrenci gelse ve bu insanları yumurta yağmuruna tutsa; yani konuşmasına engel olsa..Bu kolektifin tepkisi ne olur?

Bana iki türlü olabilir gibi geliyor. Ya "arkadaşlar demokratik tepkilerini gösterdiler, teşekkür ediyoruz, biraz peçete alabilir miyiz?" derler. Ya da "Faşist-yobaz-gerici takımı kalleşçe saldırdı, bizi baskı altında tutmak istiyorlar, işte AKP zihniyeti" derler.

İkinci tepki gösteriyor ki, sizin prensibiniz evrensel olamaz, çünkü başkasına reva gördüğünüz muameleyi kendinize kalleş bir saldırı olarak algılıyorsunuz, katiyen kabul etmiyorsunuz. Birinci tepkiyi gösterecek kadar "aşmış" iseniz, daha bile beter. O zaman herkes, beğenmediği seslere karşı yumurta atmakta serbest; bunu bir norm olarak kabul etmenin ifade özgürlüğüne, diyalog olasılığına ne kadar zarar vereceğini görmemek imkansız.

Fiziksel şiddetin berraklaştığı anlarda fiziksel şiddetle karşılık vermek daha anlaşılabilir bir durum. Örneğin, arkadaşınızı, can yoldaşınızı, hatta sevgilinizi saçından tutarak sürüklemeye çalışan bir polise karşı "ama nolur bir saniye dinleyin" demekten ziyade var gücünüzle saldırırsınız gibime geliyor. Bu, rasyonel olmasa da içgüdüseldir artık, bir takım sınırlar çoktan aşılmıştır zaten. Ancak, bütün yapacağı "konuşmak" olan bir bireye karşı gösterilen fiziksel şiddetle, bu bahsettiğim ani patlama halindeki tepkisel şiddet arasındaki farkı iyi okumak lazım.

Dediğim gibi, burada polis şiddeti ve yumurta atmak aynı kefede tartılmalı demeye çalışmıyorum, "gaddarlık" konusunda polis rakip tanımıyor. Ama şiddetin hangi durumlarda "meşru" sayılabileceğini iyi tartmak gerekli. Şiddet üzerine düşünürken meşru'nun hemen ardından, adeta otomatikman gelecek olan laf "müdafaa" gibi geliyor bana..Diğer durumlardaysa, iki kere, üç kere, beş kere düşünüyorum, yine de herhangi bir konuşmacıya yumurta atmanın "demokratik hak" veya "ifade özgürlüğü" olduğu bir noktaya ulaşamıyorum.

Yani bir konuşmacıya verilecek olan cevap neden başka bir konuşma değil? Ayar vermek, rezil etmek, utandırmak, bunlar kelimelerle de mümkün, hatta daha bile vurucu. Yumurta atınca hem karşı taraf haklı çıkarılıyor, hem de kelimelere yaşam hakkı tanınmıyor.

Acaba kelimelerle yaptığımızı yumurtalarla da yapabilir miyiz?

2 Aralık 2010 Perşembe

critique of pure -isms?

Evet, böyle bir sorunum var. Belki başka yazılarda da dile getirmişimdir bu meseleyi, ancak şimdi şöyle derli toplu bir biçimde bütün bu saf -izm'lere eleştirel bir bakış getirmek istiyorum. Bunu yaparken genel manada sivil mücadeleyi küçümsediğimi veya değersiz bulduğumu düşünmenizi istemem, bilhassa ciddiye aldığım için bunları dile getirmem gerek. Bu yazıdaki eleştirilerin de "yapıcı" bir hissiyatla yazıldığını belirtmek isterim.

Basitçe feminizmi ele almak istiyorum, ancak örnekleri çoğaltmak mümkündür. Burada ele almadığım herhangi bir -izm, bu eleştirilerden muaf sayılmamalıdır. Feminizmi ele almamın sebebi, çok net, açık-seçik bir ayrımdan kaynaklanmış oluşudur yalnızca.

Tabii çok farklı kolları, çok farklı yaklaşımları olan bir alan üzerine kaba genellemelerle yaklaşmak yazının güvenilirliğini azaltacaktır, ama bu riski de göze almadan derdimi anlatmam imkansız. Mesele şu ki, feminist hareket bana yer yer "kadın" kimliğini konsolide etmeye uğraşırken, erkek kimliğini de daha aşağı bir konuma çekmeye çalışan bir hareket gibi geliyor. Buradaki temel itiraz elbette şu: Erkek kimliği o kadar egemen ki, haddini bildirmek gerek, kadın kimliğiyle eşitlemek gerek. Buna katılmamak imkansız, zaten dediğim gibi feminist hareketi gayet değerli de buluyorum. Ancak bu mücadele esnasında "kadın" dediğimiz şeye bir nevi yüce ve mukaddes bir "öz" atfediliyor, bu "öz"ün de tarih boyunca bastırıldığı, yaşamasına izin verilmediği öne sürülüyor. Bu, doğru dahi olsa, feminist mücadelenin hedeflerinin bu özü gerçekleştirme doğrultusunda gelişmesini biraz sorunlu buluyorum. Bunun sebebi, bu "öz" denen şeyin zaten erkek-egemen bir çerçevede, erkek-egemen bir dil içerisinden üretilmiş olması. Dolayısıyla bu öz'ün kadının kurtuluşu anlamına gelmekten ziyade, erkek-egemen dili bir başka biçim ve ad altında yeniden üretmesinden endişe duyuyorum. Bence bir -izm altında biraraya gelip, o -izm'in bütün gereklerini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye çalışmak, biz erkeklere mahsus bir sığlık ve yetersizlik olarak kalsın; bunu derken tabii ki erkeklerin de bunu aşması gerektiğini ima ediyorum. Bir öz'ü gerçekleştirmeye çalışmaktansa, mutlak ve tartışılmaz öz'lerin yaratıldığı ve mücadelelerin de aynı eksenlerde yürütüldüğü o çerçeveyi kırmaya çalışmak bana daha anlamlı geliyor. Kısacası, demeye çalıştığım şey, feminist mücadele erkek-egemenliğinin alanını daraltıp yok etmeye uğraşırken, bu bahsi geçen kadın "öz"ünü de yok etmeyi hedeflemeli. Kısacası, tek bir cinsiyetin kurtuluşunu değil, bütün insanlığın bu "toplumsal cinsiyet" dediğimiz şeyden kurtuluşunu hedeflemeli gibime geliyor. Bu bağlamda, yani çok daha geniş çerçevede yapılacak mücadele, salt kadınların mücadelesi olmamzlı, yeri geldiğinde erkeklerin de bu mücadelenin bir parçası olma olasılığı bence düşünülmesi gereken birşey. Bunu yaparken erkek-egemen dilden/çerçeveden kaçınmak nasıl mümkün olacak? Elbette yeni bir dil ve yeni bir çerçeveyi üretmeye çalışarak.

İnsan bir -izm'e elini verince kolunu kaptırabiliyor bana kalırsa. Sonrasında bu -izm adına ne yapılırsa yapılsın, o -izm'e duyulan saygı sebebiyle hoşgörmek ve her halükarda savunmak zorunda kalınıyor. Kemalizmi, marksizmi görüyoruz işte; bu -izmler adına ne zulümler yaşandı, halen doğru dürüst bir özeleştiri, yanlış öğelerle araya mesafe koyma çabası yok. Mesele yine öz'e bağlanıyor çünkü; Kemalizmin bir "Kemalist insan" özü var, çağdaş, laik, devletini ve Atatürk'ü herşeyin önüne koyan makbul vatandaşı. Marksizm de keza öyle: her ne pahasına olursa olsun proleterya diktatörlüğünü gerçekleştirmeye çalışan, her mücadeleye sınıf perspektifinden bakan bir marksist mücadeleci özü. Oysa dünya tek bir görüş, tek bir öz'le açıklanamayacak kadar komplike ve bütün mücadeleler birbirleriyle içiçe. Üstelik bu "ne pahasına olursa olsun" düsturu, yıkıcı ve zarar verici eylemleri de içerisinde barındırdığından, -izmlerin elle tutulur bir biçimde kitleselleşmesinin önünde çok ciddi bir engel oluşturmakta. Sonuçta bir öz'ü aşırı önemli addederseniz, o öz'ün dışında kalanlar, o kalıplara uymayanlar sizin için önemini yitiriyor. Sonuç, kaçınılmaz bir cemaatleşme ve dışa kapalılık elbette. Bu cemaatleşmenin tezahürünü her yerde görmek mümkün.

O yüzden ben daha radikal bir -izm taraftarıyım. İzm'lerin kendisiyle de mücadele edecek, aynı anda birden fazla mücadelenin, birden fazla bakış açısının farkında olacak; mücadeleyi, kazanmak için, bir ideale ulaşmak için değil, sürekli bir yeniden tanımlama-yeniden mücadele düsturuyla gerçekleştirecek bir -izm. Kendi kendini yok saymaktan çekinmeyecek, herhangi bir öz'ü yüceltmeyecek bir -izm. Ve bu -izm'e nasıl ulaşacağız? Elbette bi adam oturup da bu -izm'in teorisini yazmayacak. Çünkü oradan da varacağımız yer yine o adamizm olur. Bu yeni izm bir çeşit iletişim içerisinde yeşerecek, sabit olmayacak, durağan olmayacak ve sürekli adapte olacak. Sanırım çıtayı çok yüksek tuttum ve çok ütopik bir -izm tanımladım. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, ya bu düzeni yeniden üretmeye devam edeceğiz, ya da bir ütopya kuracağız.

24 Ekim 2010 Pazar

pişmemiş çocuğa mektup*

Merhaba çocuk!

Şimdi hiç kızmaca, darılmaca yok. Senin için çok güzel bir dünya hazırladık. Karşılığında da ufak tefek bazı kurallara uymanı ve bazı görevleri yerine getirmeni istiyoruz.

Bir kere, bize saygı duyacaksın, bizi hep seveceksin. Bizim seni istediğimiz gibi yetiştirmemize izin vereceksin. Bu, bizim en doğal hakkımız. Seni biz doğurduk, sen bize aitsin. Güzelce eğip bükücez, güzelce eğiticez ki vatana-millete ya da dine-imana faydalı bir zat olasın. Zaten farkedeceksin ki, biz birey yetiştirmektense nefer yetiştiriyoruz. Kendi takımımıza taraftar üretiyoruz (kanın en az iki renklidir, unutma!). Vatanımız için asker üretiyoruz. Kendi siyasi kampımız için yılmaz savunucular salıyoruz ortalığa. Ümmetimiz için imanlı gençler yaratıyoruz.Sen daha sorgulamayı, kendin için düşünmeyi öğrenmeden, biz sana neyi nasıl düşünmen gerektiğini öğretiyoruz ki, yorulmayasın.

Öyle kendini çok matah bişey zannetme yani. Kendi projektörlerimizi yansıtmamız için boş bir ekransın sadece. Bizim yapamadıklarımızı sen yapacaksın, bizim başarısız olduğumuz yerde sen başarılı olucak, bizim alamadığımız intikamı sen alacaksın.

Sen farkında değilsin ama, daha doğmadan evvel bir sözleşmeye imza attın aslında. Bizim seçtiğimiz doğruların, bizim senin için yarattığımız hayatın en iyisi olduğunu kabul ettin, bunu hiçbir şekil ve ad altında tartışmayacağına dair de söz verdin. Merak edecek bişey yok, elbette biz en doğrusunu, nasıl yaşayacağını, nasıl gülüp ağlayacağını, nelere/nasıl inanacağını belirledik. Kendimizin küçük versiyonları, bu dünyaya verebileceğimiz en güzel hediyelerdir çünkü. Baksana, ne kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Biz, hepimiz, bütün insanlar, kendi konumumuzun, kendi kimliğimizin en doğrusu, en makbulü olduğu konusunda hemfikiriz. Konumlarımızın ve kimliklerimizin farklı olduğuna bakma. Biz haklıyız işte, sorgulama!

Biz bir aileyiz evladım. Bu dünyada en kutsal şey bölünmez bütünlüktür. Bizi bölme evladım. Bizden farklı düşünme. Bize ihanet etme, evlatlıktan reddetme hakkımız var seni. Bu, o başlangıçtaki sözleşmenin feshedilmesidir. Cezaları kocamandır. Aidiyetin olmadan, sen bir hiçsin çocuk!

Bizim inançlarımızı harfiyen tekrarladığın müddetçe sorun yok evladım. Bu, inançlarımızın ne kadar doğru olduğuna bizi bir kez daha ikna etmeye yarıyor, o yüzden önemli. Bizim mutluluğumuz senin de mutluluğun. Allah'a otomatikman inan zaten. Atatürk dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük liderdir, inan. Bizim atalarımız, generallerimiz, dedelerimiz, peygamberlerimiz, devlet büyüklerimiz falan hep çok güzel işler yaptılar, hepsini aileden kabul et, hiçbir dediklerini sakın ha sorgulama. Biz sana en güzel hayatı dayatıyoruz yavrum, bu insanlar da aynı şekilde bize dayatmışlardı, biz de mutlu mesut yaşayıp geldik bu günlere işte. Kutsal kitapları ezberle, marşları ezberle, duaları ezberle, yürümeyi öğrendikten hemen sonra uygun adımı öğrenmelisin.

Cinsel organların bizim için hayati önemdedir çocuk. Eğer erkeksen arada bir çıkarıp göstericez seninkini amcalara. Pipin bizim gururumuz. Ama biz varken yapabilirsin bunu, sakın öyle uluorta çıkarıp sallayayım falan deme. Eğer kızsan, belli bir yaşa gelinceye kadar (biz sana o yaşı söyleriz) sakın orana burana dokunma bile! Mesela, tam ayıp yerlerinin orda bir zar var, o zarı hayatın pahasına koruyacaksın. Korumadıysan bile korumuş gibi davranacaksın, bizi üzmemek için. Ayrıca, öyle herkesle arkadaş-sevgili falan olma sakın. Beğenmediğimiz, bizim görüşlerimize uymayan birileriyle beraber olursan da seni dışlama, aşağılama hakkını saklı tutarız. Biz senin iyiliğini mutluluğunu düşünüyoruz yavrum. Bizi üzersen mutlu olamazsın. Sonra bi bakmışsın biriyle flört ettin diye, hop, seni öldürüvermişiz! Töre bu yavrum, sözleşmede yazıyo töreye riayet edeceğin. Gelenekler/görenekler önemlidir. Bölünmez bütün gibidir.

Evet, bu genel çerçeve içinde düşünmeden, sorgulamadan yaşarsan bizi mutlu edersin. Bize ait olduğun müddetçe hepimiz mutlu oluruz. Bizi mutsuz edersen, başına geleceklerden sen sorumlusun, biricik evladım.

*: Yazının başlığı Yiğit Özgür'ün bu haftaki Uykusuz dergisindeki bir karikatüründen alınmıştır.

8 Ekim 2010 Cuma

bir kuruluş hikayesi..

Bugün Tayyip Erdoğan kalksa dese ki, "Türkiye'nin son 8 yılının tarihini yazıcam, 3 Kasım 2002'den başlıyorum, bugüne dek" dese..Kendi keyfince seçtiği bilgi ve belgeleri sıralasa, kendi muhaliflerine de her fırsatta verip veriştirse, onları hainlikle, döneklikle, aptallıkla suçlasa. Kitabın adı da, ne bileyim, Hitabet olsa..Ne düşünürsünüz? Tarihi bir referans olarak kabul eder misiniz? Bir siyasetçinin tarih yazımına ne ölçüde güvenirsiniz?

Ama bi saniye..Biz bugün okullarda öğretilen tarihi (bir diğer adıyla devletçe sahiplenilen resmi tarihi) tam olarak da bu minvalde yazılmış bir kitaba endekslemiş vaziyette değil miyiz? "Nutuk", 19 Kasım 1919'dan başlar, 1925'e kadar geçen olayları anlatır. Tam da yukarıda örneğini verdiğim tarzda yazılmıştır. Ancak, kutsal bir kitap gibidir, her fırsatta alıntılanır, her fırsatta okunması salık verilir..Çünkü "objektif" olacağı varsayılmıştır. Eksiksiz olacağı öngörülmüştür. Cumhuriyet'in tarihini anlamak için, ona başvurmak gerekir falan filan.

Aslında tümüyle yanlış değil bu, gerçekten de Cumhuriyet'in varsaydığı tarihi ve özellikle de bu tarihin dayandığı ideolojiyi gözlemlemek için Nutuk benzersiz bir kaynaktır. Üstelik bu kitapta görülen üslubu, tepeden bakmacı anlayışı, "en doğrusunu ben bildim-ben yaptım (ve diğer herkes gaflet-dalalet içindeydi)" düsturunun devamını bugün hala izlemekteyiz şu veya bu kesimde.

Peki, nedir bizim objektif hikayemiz? Nasıl anlatabiliriz?

Şu bir gerçek ki, tarih, kimin anlattığına göre değişir. Belki tarihe dair kaçınılmaz bir çelişkidir bu. Ermenilerin 1915'iyle Türklerinki çok farklıdır mesela. Veya Marksistlerin anlatacağı Cumhuriyet, ülkücülerinkinden epeyce farklıdır.

Peki gerçekten bütün kesimlerin tarihlerini dinleyip, hepsini eşit ölçüde değerlendirip, ne etliye ne sütlüye karışmayan orta halli bir tarih anlatısı mı bellemeliyiz? Yoksa bazı anlatılara imtiyaz tanımalı, diğerlerine de mesafeli mi yaklaşmalıyız? Bu sorunun cevabı, aslında nasıl bir gelecek istediğimizi, birbirimizle nasıl tanışacağımızı, nasıl anlaşacağımızı da belirleyecek nitelikte. Çünkü inkardan ikrara doğru ilerledikçe, tarih boyunca ötekileştirilmiş kesimlerle tanışmak-konuşmak-müzakere etmek-dertleşmek mümkün olacak.

Objektif bir tarihe inanmıyorum. Tarihi her anlattığımızda yeniden kurguluyoruz, işimize yaramayan tarafları es geçiyoruz, argümanımızı destekleyen yönlerini büyük puntolarla yazıyoruz..(Ben de bunu yapıyorum, inkar edecek değilim. Çünkü tarih anlatısının muhakkak siyasi sonuçları vardır.) Örneğin, bu ülkedeki inkılap tarihi derslerine göz atın. En detaylı, en uzun anlatılan kısımlar 1919-1923 arası, yani Kurtuluş Savaşı'dır. Öncesine veya sonrasına çok az değinilir, çünkü oralarda "tehlikeli bölgeler" vardır. Zulümler, baskılar, tehcirler, katliamlar vardır. Aradaysa Türk milletinin bir kahramanlık destanı, yedi düvele başkaldıran müthiş bir özveriyle kotarılmış bir milli başarı hikayesi mevcuttur, değil mi? (özverisiz olana darağacı yolu görünürdü tabi). Eh, bu mudur yani tarih? Öncesiyle sonrasını anlamadan, ortasını hakkıyla değerlendirebilir miyiz? Savaş kazanmakla bitiyor mu yani olay? Biz asker milletiz mitiyle beslene beslene tarih algımızı da buna indirgedik. Yoksa, iş orada bitmiyor elbette..

Öyleyse, bizim önce söylenmemiş/anlatıl(a)mamış olana dönmemiz gerekiyor. Dillendirilmeyen, dillendirilmesi engellenen bir tarih var. Bu, temelde yüzleşmemiz gereken olaylarla (elbette soykırım, elbette Türkleştirme politikaları, elbette katliamlar) elele bir tarih. Tabii bu olayları "vah vah, tüh tüh çok üzüldük" gibisinden yüzeyselce bir ele alış olmamalı bu, nedenleri ve sonuçlarıyla, bugüne yansımalarıyla, ve hatta bugün kronikleşmiş dediğimiz sorunların da analiziyle birlikte ele alınmalı.

Bu bir ütopya tabii ki..Hangi ulus-devlet böyle bir tarih anlayışını benimsemiş ki biz benimseyelim? Ancak dibe vuranlar, altüst olup yeniden kurulan devletler akıl etmiş tarihle yüzleşmeyi..Biz yıkılmadık ki? Bir bakıma Osmanlı'daki egemenlik anlayışı, Cumhuriyet'e devredildi. Devletin günlük hayata etkisi Cumhuriyetle beraber kat be kat arttı. Güç, tek bir kimlikte toplandı. Özür dileyecek bişey yoktu, yanlış yapılmamıştı, "amaca" ulaşılmıştı zaten.

Modernite de bir amaçtı, asla süreç değildi. Şöyle şöyle giyinip, böyle böyle yazınca modern olunuyordu. Halk 600 yıldır başka türlü yaşıyordu ama kendi modernitelerini kendilerinin bulup yaşaması beklenemezdi. Acelemiz vardı, muasır medeniyetler bizi bekliyordu..Bugün hala aynı dertten, aynı kısır modernite anlayışından muzdarip olmamız sizi de bunaltmıyor mu?

Kısacası, büyük Türk düşünür fatih altaylının her gün sorduğu gibi, ne zaman adam oluruz? Nutuk'u eksiksiz bir tarihi metin olarak okumak yerine eleştirel bir biçimde okuduğumuz zaman.

2 Ekim 2010 Cumartesi

bıkınıyorum

Yazmiyim diyorum, biraz uzak durayım diyorum ama..olmuyor işte, içine çekiyor beni gündem..ve bakıyorum yine onca güzel şeyle onca boktan durum bir arada. Türkiye bu işte. bir yandan sürekli batarken öte yandan sürekli yükselen ve bu yüzden de hep yerinde sayan bir ülke..

Korku imparatorluğu deniyor mesela. Bence yanlış bir isimlendirme. Korku cumhuriyeti çok daha uygun. Çünkü burada korkuyu yayma özgürlüğü kadar hoyratça kullanılan bir özgürlük yok. Herkes korkulardan bahsettiği müddetçe sonuna dek özgür. Ama barıştan bahsedersen cıss. Yassah.

Muhalifler susturuluyormuş diye duydum..Girin bir kitapçıya, karşınızda, hem de çok satanlar listesinde "Takunyalı Führer", veya "Bilmemkimin Gül'ü"..Sonra hakkında en çok dava açılan gazetelere ve gazetecilere bakın; Zaman, Star, Taraf..Evet, muhalifler susturuluyor gerçekten de..Riyakarlığın farkında mısınız?

Ama susturulan bişey var, internet. Vimeo kapatılmış bu sefer de. Dün de az kalsın Facebook kapanıyormuş. Gerçi ülkedeki üretim gücünün %90 oranında artmasına yol açabilirdi o yasak ama, olsun, karşısındayız!

Dünün işkencecisi bugün en kahraman Rıdvan oluveriyor. Bu adam yıllarca emniyet müdürlüğü yaparken cemaat'in ce-eee'sine dahi bir soruşturma açtırmamış, ama caaart bi kitap yazıyor Kemalizmin şanlı tarihine adını altın harflerle yazdırıveriyor. Tutuklanması da cila oluyor tabii, hiç bu adam napmış, belgeleri açıklıcam demiş de şimdi niye susmuş düşünülmüyor... O, kafamızdaki cemaat komplolarına cuk oturdu, lütfen ses etmeyiniz.

Haşim Kılıç "İlk üç madde değişebilir" deme cüretini gösterdi, bütün partiler kınama yarışına girdi ve bir kez daha AKP'nin değişim iradesinin ne kadar zayıf olduğunu gördük. İlk üç maddeye dokunmadan değişecekse anayasa, bunca tantana niyedir burhan kuzum? Darbe anayasasına karşıysak, ilk üç maddesine de karşı değil miyiz? Ben anlamıyor.

Bu arada kimse sizden anadilde eğitim beklemesinmiş. OK. Siz de Kürt sorununun çözülmesini beklemeyin o halde. PKK sonsuz kere ateşkes ilan etse de Kürt sorunu baki kalır, bunu anlayamadık mı ki hala?

Anlayamadık. Batıda modernite yerleşik otoriteye karşı yükselmişti. Burada, iktidarla modernite eleleydi. Birşeylerin ters gideceğini tahmin etmediniz mi ey damarlarında asil kanlar dolaştıran arkadaşlar? Bastırılan, geri döner işte hep, Freud amcanın dediği gibi. Ne kadar çok bastırılırsa, o kadar şiddetle geri döner hem de. Bu ülkede açıkça dindar olmak bastırıldı, Kürt olmak bastırıldı, hatta kısacası Türk olmayan herşey bastırıldı..Şimdi, babalar gibi geri dönüyorlar işte ve Türkler kendilerini azınlık gibi hissettiklerinden yakınıyorlar. İyidir, empati güzel bişeydir. Bu ülkede (kimi zaman sayıca fazla olunsa da) azınlık olmanın nasıl bir şey olduğunun çok iyi anlaşılması lazım zaten. İnsanlara dindar olma izni verilecek, Kürt olma izni verilecek, Ermeni olma izni verilecek..bu insanların çocuklarına istedikleri gibi bir eğitim vermeleri sağlanacak. Bu insanların yaşadıkları acılar, baskılar tanınacak. Kısacası, biz Türkler utanıcaz, başımızı öne eğip bi susucaz, bi dinlicez. Başka türlü bu sorunlarımız bitmez, bitebilemez.

Neyse, Abdullah Gül bişeyleri anlamış görünüyor yer yer. Yeter mi? Yetmez. Ama?

24 Ağustos 2010 Salı

tevazu

Ben artık TDK'ya (tee dee kaa okuyunuz) başvuru yapmaya karar verdim. Bir süreliğine şu kelimeler Türkçe'den çıkarılsın: peşkeş, dikta, küresel sermaye, işgal, dinci, mihrak..ve sonra bakalım ülkemin muhalifleri nasıl konuşacak, bir uzlaşma veya tanıma dili oluşturabilecekler mi? Gerçi yakında sözlükte "hükümet"e bakıp şöyle bir tanım görmem an meselesi: "Halkın seçtiği partinin kurduğu hükümete sivil dikta denir".

Ama dikkat, bu sivil diktaya hergün küfretmek, en ağır ithamlarla suçlamak, sürekli zan altında bırakmak her zaman serbesttir, onu destekleyenleri de yerden yere vurmak yiğitliğin şanındandır. Öyle garip bir dikta bu işte. Haftanın her günü, her saati bu diktayı karalayan yayınların yapılması serbesttir. Öyle muhalefet falan gibi de değil, doğrudan saldırı, aşağılama, hakaret son derece kabul edilebilen bir söylemdir. Bana inanmayanlar 8 yıldır ana akım medyada çıkan yazılara şöyle bir göz atabilirler.

Bu ülkede liberalizme küfür etmek de serbesttir örneğin. Ne olduğunu bilmeden, nasıl ve nereden, hangi koşullar altında doğduğunu anlamadan..Demokrasinin gelişimiyle ilişkisini gözlemlemeden. Liberal mi? Sal gitsin..

Biz çok anlı şanlıyız aslında. Mesela öyle bi güruh var ki, "mutlak sol"u kendisi sanıyor. Marx ikinci kez gelmiş sanki, kendince bir second coming javasına girmiş, vatan olarak da Türkiye'yi seçmiş. Bu öyle bir sol ki, Avrupayı, sol fikrinin doğduğu yeri küçümseyebiliyor, bütün AB projesini üç-beş çıkar için elini ovuşturup kötülük planlayan pis emperyalistlere indirgeyebiliyor. Bu bakış açısıyla cacık olmaz tabii. Halbuki Türk solu, mesela İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da sol partiler napıyor, nasıl örgütleniyor, nasıl politika üretiyor diye baksa..kimbilir neler görecek. Belki de kendisinin sol olmakla uzaktan yakından alakası olmadığını görecek.

Türkiye'de sol cenahın Avrupa'nın solundan da liberalizminden de demokrasisinden de öğreneceği o kadar çok şey var ki..insanların ahkam kesmek yerine uzun uzun oturup "daha ne eksiğim var, nerde haddimi aştım" diye düşünmesi gerekiyo.

Ve aslında bu ülkeye gerekli olan ne eğitimdir ne aydınlanmadır. Bu ülkeye gereken şey, tevazudur. Yoksa, referandumda evet deyin, hayır deyin çok da önemli değil. Fakat gerekçelendirmenizi yaparken, ötekine saygı diye bir ölçütünüz olsun, hayır için gerekçelerinizi açıklarken evet'çilere laf sokmak zorunda hissetmeyin kendinizi..böyle bir davranışın tek açıklaması kendi konumunuza olan güvensizliğiniz olabilir, karşı konumdakini yerin dibine sokmadan rahat edemeyen bir muhalefet tarzını da izliyoruz çünkü.

Benim hayır diyene söyleyecek çok bir lafım yok aslında. AKP'ye güvenmiyordur, statüko devam etsin istiyodur, kendi tercihidir..hoş onu da değiştirmeye uğraşıyorum zaman zaman ama yapmamam gerekiyo sanırım..

Esas, hayır derken, "evetçiler şöyle gerzek, cahil, beyni yıkanmış, kullanılıyo, hain, satılmış, bilgisiz" vs. demek en büyük sorun. Burada, bu ülkede hepimizin beyni var, hepimiz kendimiz için düşünebiliyoruz, hepimizin ayrı kutsalları, ayrı davaları var. Ben, kendi ölçütlerimle, kendi siyasi görüşümle bakıyorum ve referandumda evet diyorum. Evet derken, "şu hayırcılar da şöyleymiş, böyleymiş" demek bana ne kazandırır ki? Bunu göz önünde bulundurarak kursak siyasetimizi ve dilimizi, çok mu zor? Herşeyi biliyormuş, herkesi tanıyormuş gibi yapmasak? Ve bunun farkında olup, tanımak için, tanık olmak için biraz çaba sarfetsek? Anlamaya çalışmak için, önce anlamadığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Sanırım bunu hiç yapamıyoruz, yediremiyoruz kendimize. Oysa, bugünkü durumumuza şöyle bir bakarsak, birbirimizi hiç tanımadığımız, birbirimizi algılamakta sıkıntı çektiğimiz çok aşikar değil mi? Türkler Kürtleri tanımıyor, Sünniler Alevileri tanımıyor, ulusalcılar kendileri dışındaki hiçkimseyi tanımıyorlar falan..eh, tanımadıkları şeyden korkuyorlar, korktukları şeyi yok etmek istiyorlar, ve bunun için de her yol mübah tabii..

Mesele hep tepeden bakmak çünkü. Hep kendini makbul sanmak. Diğerleri bana benzemeli demek ve diğerlerine benzemekten ölesiye korkmak. Birşeylerin değişmesi içinse en fazla çabayı kendini en makbul sanan kesimin göstermesi şart. Kendini en makbul sanan, biraz da kendisinin en makbul olduğu ona öğretildiği için böyle zannediyor. Bilmem anlatabiliyor muyum..

16 Ağustos 2010 Pazartesi

öpmez ama evet!

Sıcaklardan baydığım kadar ülkemizin siyasi gündemini oluşturan fasafiso maddelerden de baydım. Bıktım, usandım.

Biri soy-sop der, diğeri havuz mavuz der, beriki boykot der, bitanesi uzun zamandır hiçbişey demedi.. Hiçbirisi de pakette şu şu varmış, paket kabul edilirse şöyle olur, edilmezse böyle olurun derdinde değilmiş. Mesele yine AKP'ye kilitlenmiş.

Bazen ülkedeki bütün siyasi partiler bir anda kendilerini feshetseler ne güzel olur diye düşünüyorum. Partileri ve hatta sadece liderleri tartışmaktan bir türlü sorunlara, çözümlere gelemiyoruz. Sorunu çözmeye kalkanın önce seceresini kontrol etmemiz lazım, bakalım bu sorunu çözmeye layık mı? Niyetler okunmalı tabii, önyargılar birbir sıralanmalı. Herşey tek boyutlu kılınmalı, herşey bir doğru-yanlış oyununa sokulmalı, gri bölgeler bertaraf edilmeli. Anayasa mı değişiyo, eyvah sivil dikta..oysa biz 80 küsur yıllık diktamızdan pek memnunduk, nolur yapmayın..

Alt tarafı iktidarı muktedir kılacaksınız yahu, devleti başıboş ideolojik kurumların değil, hükümetin yönetmesini sağlayacaksınız. Bu sayede, hükümetin elinde de kendi çapsızlıkları için bahane kalmayacak. "Biz yapacaktık da izin vermediler" diyemeyecek. Bu kadar zor değil bir evet'çik.

Neyse, başka neler olur bu sıcakta? Hrant Dink'le ilgili davada AİHM'ye gönderilen savunmayla, hükümetin en büyük ayıbı, en büyük "özrü kabahatinden beter" vakasına tanık oluruz. Saç-baş yoldurur, tiksindirir. Bu kadar pervasızca, vicdansızca nasıl cinayetin suçu kurbanın üzerine boca edilir ki? Sonrasında doğan tepkiye yapılan açıklamada "teknik bilgi" verdik ne demek? Neyin tekniği bu? Hrant Dink'i mahkum eden zihniyetin savunuculuğu yapılırken, onu öldüren örgütlenmenin de neredeyse aklanması yapılacak. Nedir? Tahrik. Nefret suçuymuş..Hassasiyetleriniz batsın.

Sonra ne olur öte yandan, tabii yine "Ermeniler bişeyler istiyorlar" şeklinde haberler nüfuz eder gündelik yaşantımıza..Halbuki biz onlardan ne aldık ki yahu? Cumhuriyetin temellerinin atıldığı binaların tamamının Ermenilere ait olması size bu devletin kuruluşunda izlenen politikalar hakkında bir ipucu vermiyor mu? Veriyor tabii..bu yaygara ondan. Yüce rejimimizle ilgili gerçekler ortaya çıkacak, o yüzden Ermeniler sanki hakları olmayan bir şeyi durup dururken, gıcıklığına istiyormuş gibi lanse ediliyor güzide medyamız tarafından. Ermenilere 1915'te reva görülenlerle bugün reva görülenlerin çok da farklı olmadığını anlıyoruz malesef..alışmış kudurmuştan beter hakkaten.

Ama kabul, güzel şeyler de olur. Ateşkes ilan edilir mesela, ülke nefes alır. Ana haber bültenlerinde ajitasyona ara verilir, bülten süreleri kısalır. Silahların sesi kesildiğinden barış isteyenlerin sesi daha gür çıkmaya başlar.

Sonra Sümela'da 88 yıl sonra ilk ayin yapılır. Dünyanın her yerinden yüzlerce kişi katılır. AİHM'de skandala imza atan hükümet, Sümela'da çok hoş, çok başarılı bir organizasyona imza atar. YAŞ'ta olduğu gibi, devletin militarist ve milliyetçi "teamülleri"nin birbir yıkılmasını görürüz, seviniriz.

Kısacası insan bu havalarda ve bu gündemlerde bir kızar bir sevinir, bir gurur duyar, bir utanır. Ve hep terler. 12 Eylül'e kadar da terleyeceğiz sanırım. Sonra..sonrası meçhul şimdilik. Ama ufak da olsa bir umut..az bir farkla bir "evet" sonucu, ha gayret! Bu "evet" sihirli bir öpücük gibi vicdanlarımıza-aklımıza can verip bambaşka bir ülke yaratmayacak olsa da, bir fitilin ateşleneceğini hissediyorum.

Belki, en sonunda, bütün bu tantanaya değecektir.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

İnsanın evi kimdir?

Doğdumuz şehir, içinde büyüdüğümüz aile, benliğimizi şekillendiren bütün insanlar, sokaklar, eserler, ilişkiler... İnsan hepsinin bir toplamı mıdır? Bu toplamların dışında bir insan da mevcut mudur? Mevcutsa o insan nerede yaşar? ‘Ev’i neresidir?

Felsefenin, cevaplardan çok sorulara odaklı bir disiplin olduğu söylenebilir. Zafer Şenocak’ın Yolculuk Nereye adlı romanı da, başlığından anlaşılabileceği gibi, cevaplardan ziyade sorulara odaklı. Aslında bu kitabı ‘roman’ olarak tanımlamak epeyce zor; gerek içeriği gerekse yazım tekniği açısından alışılagelmiş roman formatından belirgin bir biçimde ayrılıyor.

Zafer Şenocak, 1961 yılında Ankara’da doğmuş, ve 1970’ten beri Almanya’da yaşıyor. Alman dili ve edebiyatı, tarih, siyaset ve felsefe üzerine çalışmış bir akademisyen olan Şenocak’ın bu yoğun eğitiminin etkileri kitabında da hissediliyor. Kitabın satır aralarında dilin kullanımı, hayatımızdaki yeri, sınırları ve gücüne dair düşündürücü tespitler mevcut.

Şenocak, bir ‘roman’ın yazılabileceğini, daha doğrusu, bir insanın hikâyesinin tamamen dile dökülebileceğini düşünmüyor. Bu yüzden hikâyesine “Kimse kimsenin hikâyesini anlatamaz” diyerek başlıyor. Dilin ve insan ilişkilerinin sınırlarıyla ilgili ilk gösterge de burada. Bir insanın hikâyesini anlatmaya yarayacak olan anahtarı elimizde tuttuğumuzu zannederiz, ancak o hikâyeyi asla anlatamayız. Dil üzerinden kurgulanan hiçbir hikâye, hiçbir zaman tam manasıyla anlamayı ve anlatmayı başaramaz. Dilin ele geçiremediği bilişsel bir alan her daim mevcuttur.

Romanda net bir tarih verilmiyor ama arkaplanda bazı ipuçları mevcut. Concorde uçaklar, radyolarda Dire Straits şarkıları, Humeyni’nin İran’a dönüş haberleri, hikâyenin 70’li yılların sonunda, sırasıyla Almanya, ABD ve Fransa’da geçtiğini gösteriyor. Ancak bu arkaplan, hikâyenin işleyişini çok da etkilemiyor; karakterler etrafta olup bitenlerden ziyade kendi iç dünyalarıyla, geçmişleriyle ilgililer.

Hikâyede iki ana karakteri izliyoruz. Cüneyt, Türkiye’de doğup büyümüş ama Almanya’ya göç etmiş, ailesine, akrabalarına ve doğduğu yere dair bütün izleri silmeye uğraşmış, kederli bir adam. Kendilerine ‘Grup’ adını veren, Berlin’de çeşitli yerlerde sergilenen resimleri parçalamakla meşgul ‘sanat teröristleri’ne katılmış. Ancak Cüneyt, Grup’un diğer elemanları kadar ‘ateşli’ değil; gruba tesadüfen girmiş, ve her an çıkabilecek bir mesafede duruyor. Bu açıdan, ‘devrimci’ bir sanat teröristliğinden ziyade nihilizme yakın duran bir karakter: Her şeyi silik yaşıyor, alabildiğine umarsız ve üşengeç. İnandığı bir dava yok. Hayatının sonuna kadar beraber olabileceği bir insan tanımıyor. Hiç kimse ve hiçbir yer onun ‘evi’ değil. Ancak, benliğinden söküp atamadığı tek bir kişi var: Çocukken ona dadılık yapan Ermeni kızı Lara.

Lara’yı ise ‘dışardan’ anlatmayı seçmiş yazar. Cüneyt’le aralarında 12 yaş fark olduğunu öğreniyoruz. Lara, kendisini duygularının esiri olarak görüyor. Bundan hem memnun, hem de şikâyetçi. Hayatı hep savrulmalarla geçmiş, neredeyse sürekli bir göçebe hayatı yaşamış. Türkiye’de doğmuş bir Ermeni olması da bunun sebeplerinden biri, ancak kitap buna pek değinmiyor. Lara daha çocuk yaşta iki aile değiştiriyor, sonra Avrupa’ya yerleşiyor. Bir türlü tutunacak bir ‘merkez’, bir ‘ev’ edinemiyor kendine. Güney Amerika’ya da gidiyor, orada biriyle tanışıp evleniyor da. Fakat bir şeyler hep eksik. Kafasında kurmuş olduğu Cüneyt, dünyanın hiçbir şehrinde karşısına çıkmıyor.

Lara da, Cüneyt de, yaşadıkları her ilişkide farkında olmadan birbirlerini arıyorlar. Geçmiş, hem nostaljiyle, hem masumiyetle, hem de sonsuz bir kederle yüklü onlar için. Geçmişi silmeye uğraştıkça, o, kendisini hatırlatacak yollar üretiyor. Unutmaya çalışmak, aklına getirmeye dönüşüyor aynı zamanda. Ancak onca acı, keder ve kaybedilmişlik duygusunu sürekli yaşamak mümkün değil. Bu yüzden, ‘unutmanın dili’ni öğreniyor ikisi de. Ve görünüşe göre, geçmişleriyle ilgili birçok şeyi unutabiliyorlar – birbirleri hariç...

İki karakter de birbirini aradığı için, sürekli bir yolculuk halindeler; kimi zaman maddi, kimi zamansa manevi bir yolculuk bu. Gittikleri her şehirde karşılarına başka bir insan, başka bir ilişki çıkıyor, ama yolun sonu bir türlü gelmiyor. ‘Ev’ diyebilecekleri tek yer, onyıllar öncesinde ve unutmaya çalıştıkları bir ülkede kalmış. Ve insan evinde değilse, bir bakıma, sürekli yolda değil midir?

Bu yol ve yolculuk temasına, ve tutunacak yerleri, ‘sabitleri’ olmayan karakterlere paralel olarak, hikâyenin kendisi de oldukça esnek bir biçimde kurgulanmış. Birinci ve üçüncü şahıs anlatımları arasındaki geçişlerin yanı sıra, kahramanların geçmişi, geleceği ve o esnada yaşadıkları, aynı anda gerçekleşiyormuş gibi aktarılmış. Hikâye keyfi bir noktadan başlıyor, ve yine keyfi bir noktada sonlanıyor. Çünkü gerçek bir çözülme, gerçek bir hikâye zaten imkânsız. Yazar, dilin erişemediği yerleri, hikâyenin boşluklarını okuyucunun tamamlamasını istemiş belki de.

İçerik açısından da benzer bir esneklik söz konusu; okurken, bir sonraki paragrafta nelerin anlatılacağını kestiremiyorsunuz. Hikaye, yer yer sayıklamaya dönüşen bir üslup eşliğinde rüyalar, hatıralar, renkli tasvirler arasında gezinirken size rahatlatıcı bir atmosfer sunuyor. Ancak bu atmosfer bir anda cinsellik, şehvet ve tutku patlamalarıyla yerini sarsıcı ve şiddetli bir anlatıya bırakabiliyor. Bu değişken atmosfere uygun olarak, kullanılan dil bazen çok düzgün ve akıcı, bazen pürüzlü ve kusurlu. Sonu gelmeyen cümleler, tamamlanamayan düşünceler ve cevapsız sorular, okuyucuyu zaman zaman muğlak bir ruh haline sürükleyebiliyor. İster istemez kendi geçmişiniz, kendi nostaljiniz ve kendi ‘yolculuğunuz’ hakkında bir sorgulamaya girişiyorsunuz.

100 sayfalık bir kitapta bu kadar farklı duygu ve düşüncenin bir arada bulunması, anlatıyı etkileyici ama bir miktar da dağınık kılıyor. İki ana karakterin hikâyeleri, duyguları ve düşünceleri iki ciltlik bir roman olabilirmiş gibi geliyor insana. Yine de, Yolculuk Nereye’nin alışılagelmiş romanların hacmine olmasa bile yoğunluğuna sahip olduğunu teslim etmek gerekiyor.

KÜNYE

Zafer Şenocak

Yolculuk Nereye

Alef Yayınevi, Ekim 2007, 100 s.

Not: Agos'un kitap eki için yazdığım ilk yazı.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

ben mükemmelim çünkü öteki yavşak (ya da gizemli)

Günlerden Pazartesi, 19 temmuz 2010. Şöyle bir açıyorum ntvmsnbc.com'u ve çok enteresan iki demece rastlıyorum. Birisi Fazıl Say'a ait, diğeri de İngiliz çevre bakanı Caroline Spelman'a. Demeçlerin başlıklarını aktarıyorum, eşleştirmeyi siz yapın: "Arabesk yavşaklığından utanıyorum" ve "Çarşaf özgürlüktür".

Bu yaklaşımları çok farklı çerçevelerden eleştirmek elbette mümkün. Fazıl Say'ın yaklaşımı epeyce açık, kelime seçimlerinden, üslubundan buram buram arabesk akıtan bir arabesk düşmanı o. Tıpkı eski Müslüm Gürses şarkılarındaki gibi hep o mağdur edilmiş, anlaşılamamış ama buna rağmen "kendini müzikle ifade etmiş" gururlu bir delikanlı. Bütün dünyayı karşısına almış o, dürüstlüğün sembolü olmuş. Bu ülkede böyle hissetmeyen "delikanlı" var mı? Peki herkes böyle dünyayı karşısına almışsa, dünya kimlerden ibaret?

Fazıl Say'ın ilk elitist çıkışı değil bu, çok da irdelemek istemiyorum. Yetenekli olmak, sanatçı olmaya yetmiyor işte, bu kadar basit.

Esas ikircikli olan konu ise Caroline Spelman'ın verdiği demeç. Muhafazakar Parti üyesi İngiliz bakan, Avrupa'nın bazı ülkelerinde başlatılan burka yasağına karşı çıkıyor, bu yasağın İngiltere'ye yakışmayacağını düşünüyor. Buraya kadar diyecek birşeyimiz yok. Nihayetinde hiçbir devlet, veya genelde hiçbir erkek (veya kadın?) kadınlara neyi giyip neyi giyemeyeceklerini söyleyememeli, böyle bir yetkisi bulunmamalı. Ancak bu prensip yetmiyor ve bir de "Çarşaf özgürlüktür, çarşaf kadının gücünü sembolize eder" diyerekten bence tipik bir "kaş yapayım derken göz çıkarma" hadisesi yaşatıyor biz fani insanlara.

Oryantalizme meyletmeden de kadınların istedikleri gibi giyinebilme haklarını savunmak çok mu zor? Neden "modern" dünyanın gözünde bazı kıyafetlerin, bazı yaşam tarzlarının zoraki bir şekilde meşrulaştırılması, normalleştirilmesi, modern koordinatlara öyle veya böyle yerleştirilmesi gerekiyor? Açıkçası ben "çarşaf kadının gücünü sembolize ediyor" diyen bir kadının uzun yıllardır çarşaf giyiyor olmasını beklerdim. Veya "burka, modern dünyada hasret kaldığımız mahremiyeti sağlayabilir" diyen Nilüfer Göle'nin neden hala "modern" giyim tarzını benimsediğini merak ederim. Buradan kastım nasıl giyindiklerini eleştirmek değil, ama madem bu giysiler bu kadar makbul, bu kadar güçlü, bu kadar muhalif; sizler neden modern birey görünümünden kopamıyorsunuz?

Yoksa sizler artık "birey" misiniz? Öteki'ni güzelce yıkayıp yağlıyor, her türlü desteği, her türlü romantizmi, gizemi vesaireyi bahşediyor ama asla "onlardan biri" olmak istemiyor musunuz? Siz çarşaf giyebilecek kadar güçlü/burka giyecek kadar gizemli bulmuyor musunuz kendinizi? Yoksa bu tutum, farklılıkları hafiften bir sulandırma, bir "entegre etme" çabası mı? Esas sorunun üzerini örtüyor bu çarşaf/burka güzellemesi: Onlar biz "modernlerin" gözünde birey olamadılar, yalnızca çarşaf giyenler/burka giyenler oldular. Adları yok. Demeçleri haber sayfalarında çıkmıyor. Bunu biz yaptık. Onları susturduk, dolayısıyla anlama veya tanıma imkanımız kalmadı. O yüzden bizlere, anlayacağımız dilden konuşan "modern sözcüler" gerekiyor. Bir nevi öteki'nin sözcülüğüne "soyunarak" kendini öne çıkarma, öteki'ne sonsuz anlayış gösterebildiğini bütün dünyaya duyurma (tabi bunu yaparken ötekinin takdirini toplama), öte yandan da ona "tolere" edilmesi için gerekçeler sunma aktivitesi oluşuyor kendiliğinden..en başta bu konu neden bir "tolerans" konusu?

Az biraz tutarlılık istiyorum, hepsi bu. Türban yasağına karşı çıkarken türbanı yüceltmem gerekmiyor mesela. Tasvip etmem, çok ahlaklı, pek estetik bulmam da gerekmiyor. İnanır mısınız sevmem bile gerekmiyor bence. Ama saygı duymam gerekiyor, kamusal alanda herkes gibi türban takanların da yerinin olduğunu teslim etmek gerekiyor. Herbirimizden ne daha fazla ne de daha az yer. Çok mu zor? Bir insanı giyimiyle yargılama, (aşırı negatif veya aşırı pozitif) kolaylığından kaçmak imkansız mı? Birey'ın sadece dış görünüşü yüzünden ideolojik bir nesneye indirgenmesi, belli bir yaşam tarzının sözcüsünden ibaret görülmesi, muazzam bir trajedi değil mi?

Bu dış görünüş neden modern dünyanın bir tarafına "batıyor"? Hani aydınlanmıştık? Hani önemli olan aklın gücüydü? Neden herkesin saçları ahenkle dans etmeli, herkes düzenli bir şekilde traş olup kravat takmalı, herkes pantolonlar, gömlekler, etekler giyip "presentable" olmalı?

Şu modern dünyanın şefkatinde, hatta anlayış çabasında bile tahakküm ve küçük görme kol geziyor. Herkesin kendi giyim kuşamına kendisinin karar verdiği, ve herhangi bir giysinin dışlanmadığı, yasaklanmadığı, kontrol altına alınmaya çalışılmadığı bir dünya istiyorum. Sanırım çok şey istiyorum.

8 Temmuz 2010 Perşembe

teklif ediyorum!

Değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hayat! Ne kadar mutsuz ve uyumsuz olursan ol, bazı sabitler var ki bunlar senden önce de hep sabitti, senden sonra da ilelebet payidar kalacaktır. 8 yıl, 80 yıl, 800 yıl..Bütün devletler öyle kurulmuş ya, hepsi de onyüzmilyon yıl boyunca aynı kalmayı hedefliyor. Öyle de mükemmel bir sistem yani.

Tam bu noktada uç senaryolar baş gösterecektir. "Ya meclisten hilafet kanunu çıkarsa, ya kadınlara örtünme zorunluluğu çıkarsa??". Ama bir bekleyin, çıksın? Çıkınca harekete geçeriz, meraklanmayın. Ama bu örnekler hep bahane olagelmiştir. Uç olmayan senaryolarda (yani bugün yaşadıklarımız karşısında) bulunulan pozisyon meclis iradesinin tam karşısı değil midir?

Az biraz bu işlere kafa yormuş, iki üç kitap okumuş kişi bilir ki yargı her zaman siyasaldır. Mevcut devlet yapısını, mevcut iktidar ve üretim ilişkilerini korumak üzere "programlanmıştır". Nihayetinde devletin baskı araçlarından biridir yargı; devletin ve altyapısının öngördüğü sosyo-politik yapılanmayı, anayasa ve kanunlar nezdinde, kolluk kuvvetlerinin de doğrudan gücünü kullanarak toplumun üzerine zorla uygular. Hemen hiçbir kapitalist devlette yargı bağımsız bir hakem rolünü oynamaz, ideolojiktir ve taraflıdır. Buna rağmen, bağımsızdır da. Varoluşu reel politik konjonktürden ziyade devletin kuruluş dönemi zihniyetine dayanmaktadır.

Bu bağlamda "yargı siyasallaşıyor" demek, aslında kuruluş ideolojisinden uzaklaşıyor, çoksesli bir hale getiriliyor, farklı zihniyetlere açılıyor demektir. Kendimize demokrat diyeceksek bunu desteklememiz, çoksesliliğin önünü açmamız ve yargıyı tek bir ideolojinin tekelinden çıkarmamız gerekmektedir. Bu, yargının siyasi olmaktan çıkarılmasını sağlamasa da, görece daha tarafsız bir tutum sergilemesinin yolunu açabilir.

Evet, dün ne oldu, mahkeme bir kez daha yetkisini aştı, bir kez daha ülkedeki "vesayeti" gözler önüne serdi. Yine de ben iyimserim, bunların artık son çırpınışlar olduğunu düşünüyorum. Referandumdan evet çıkacağını varsayarak Anayasa Mahkemesi'nin yapısının epey değiştirileceğini, bunun da kısa vadede bu tip hukuk ihlallerinin önüne geçebileceğini zannediyorum.

Tabii ki gerçek çözüm yeni bir anayasayla mümkün. Referandumdan çıkacak olası bir "evet", AKP'ye yeni bir anayasa için gerekli güveni verir mi? Bunu görücez.

Haşim Kılıç'a yöneltilen "Bu sefer de esasa girdiniz, bundan sonra da girecek misiniz" sorusuna verilen "Bugün böyle oldu, yarın ne olacak bilemeyiz" cevabı, yüksek yargının çaresizliğini ve yenilgisini yansıtıyordu bence. Askeri müdahaleler devri zaten kapanmıştı, yargısal müdahaleler devri de bu zayıf müdahaleyle beraber kapanma sürecine girmiştir diye düşünüyorum.

Bunlar işin reel politik yanı. Teorik bir bakışla olayı irdelersek karşımıza "hukuk devleti" ile ilgili bir takım çelişkiler çıkıyor.

Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler içeren bir Anayasa, nihai iktidarın-demokratik bir cumhuriyette olması gerektiği gibi-halkta değil, Anayasa'da ve dolayısıyla yüksek yargının elinde olduğunu ima etmektedir. Bu maddeler ne olursa olsun, daha önceki mahkeme kararlarında olduğu gibi herhangi bir değişiklik bu "değiştirilmesi teklif dahi edilemez" maddeler üzerinden iptal edilme riskiyle karşı karşıyadır.

Bu noktada iktidarda hangi partinin olduğu, bu partide nasıl eğilimlerin bulunduğunun hiçbir önemi yok. Her türlü iktidar partisi bu engelle karşılaşabilir, dolayısıyla meclis her daim bu maddelerin gölgesi altında yasa çıkartmak mecburiyetindedir. Bu, bir rejim fetişizmidir; oluşturulmuş rejim ve onun anayasası öylesine mükemmel, öylesine ilerici, öylesine yüksek standartlardadır ki, bunun daha iyisini yapmak mümkün olmadığı gibi, "daha iyisini yapacağını ima etmek" dahi yasaklanmıştır. Böyle tarih dışı, tarih ötesi bir anayasa yazmak mümkün müdür gerçekten? Hangi ilkelerle, hangi insanüstü nosyonlarla böyle bir anayasa yazılabilir?

Yine burada dillendirilecek olan uç örnek argümanlarına karşı, ben de başka bir uç örnek vereyim; bu sefer ters yönden. Şunu düşünelim; belki ileride bambaşka bir sosyo-politik yapı, devletler için bambaşka bir organize olma yolu keşfedilecek? Etrafımızdaki bütün ülkeler müthiş bir başkalaşım geçirirken, bizler değiştirilmesi teklif edilemez maddelerimizle geride kalmaya devam mı edeceğiz? Bir rejim değişikliğine ihtiyacımız olduğunda (ki var aslında) halk olarak elimizden gelecek hiçbişey yoksa, içinde yaşadığımız rejime demokratik bir cumhuriyet diyebilmemiz mümkün mü?

Değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerin içeriği çok da önemli değil. Ancak bu maddeler içinde bir garabet daha var ki, sanırım "kimlik" üzerine yapılan ne kadar kavga-mücadele varsa bundan kaynaklanıyor. "Devlet, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür" maddesi. Tamam bir adet devletimiz var. Bu devlet de toprak bütünlüğünün korunması gereken bir ülke üzerinde faaliyet gösteriyor. Yani devlet ve ülke bölünmez bir bütün olabilir elbette. Ancak millet? Millet neden bu cansız ve insansız bütünün "bölünmez" bir parçası olmak zorunda? Milletin içindeki farklı unsurlar, neden kendilerini aynı milletin bölünmez bir unsuru olarak görmek zorunda olsun? Kürt sorununun ana çatışma noktalarından birisi da budur işte. "Bölünmez millet" kavramı, hiçbir farklılığa, çok kültürlülüğe izin vermez. Bölünmez milletin farklı parçaları, farklı etnik unsurları olamaz. Parçaları yekpare ve birebir aynı olan bir bütün varsayılmaktadır. Burada rejim fetişizminin yanında bir millet fetişizmi de görülmekte. Bu millet sabittir, ilelebet sabit kalacaktır, içinden herhangi bir unsur farklılaşmayacak ve bu yapı birebir korunmaya devam edecektir. Fakat "gerçek" rejim ve "gerçek" millet bu varsayılan insanüstü-tarihüstü öngörülere uymuyor. Ve ortaya sürekli kriz halinde, sürekli değişimin her türlüsünden korkan ve yasaklamaya çalışan bir devlet yapısı ortaya çıkıyor.

Bu yapının değişmesi ve ülkenin normalleşmesi için çözüm, yine anayasa, yeni anayasa ve beraberinde yeni bir rejim, yeni bir devlet gerekiyor. Geleceğe ipotek koymayan, toplum ve devlet yapısında oluşabilecek değişimleri öngörebilecek ve karşılayabilecek, "ucu açık" bir anayasa.

6 Temmuz 2010 Salı

medya taraması tatatatatatata

Hiç yazmak gelmiyor içimden, belki ümitsizliğe kapıldım, belki üşengeçliğe, belki de nasılsa kimsenin okumadığını, okunsa da bişey olamayacağını anladım falan nihayet..yine de birikiyo işte kardeşim, nası bi ülkede nası insanlarla yaşıyoruz, ne acaip, ne dehşetengiz..

sadece medyadan birkaç şeye dikkatinizi çekeyim..

-sabah gazetesinin web sitesinde başlıklardan biri "taş atan çocuklar yine devrede"..lafa bak, "devrede". bunlar organize bi suç örgütü çünkü. bi de "ön saflarda" yer almışlar. tam militan keratalar. hapishanelerde kulaklarını çekmek lazım dii mi? bugün taş atan yarın roket atar ckckck

-ntvmsnbc'den çok şenlikli başlık: "Rumlardan akıl almaz teklif". Rumlar? Teklif? gözümde böyle binlerce rum toplanmış saçma sapan bişeyler istemişler şeklinde bişey canlanıyo. sonra tıklıyosunuz "maraş'a karşılık, müzakere başlığı". hangi maraş? nassı yani maraş? neymiş meğer? "Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas'ın tartışılacak bir öneri yaptığı iddia edildi.". Ha, demekki özne Rumlar değilmiş. Üstelik "iddia edilmiş". Yani başlık, "Hristofyas'ın böyle böyle bir teklifte bulunduğuna dair iddialar.." şeklinde de olabilirdi. Bir de bu Maraş, kıbrısta yerleşime kapalı bir alanmış. Neyse ki zahmet edip haber içeriklerini de okuyoruz şu ülkede.

-star haber, zaten tam bir fenomen. bu akşam da haber bülteninin %80i İlker Başbuğ röportajına ayrılmıştı. (daha önce de Deniz Baykal'a ayrılan bi bülten vardı). Tabii ki bu röportaj "YILIN RÖPORTAJI" yan başlığıyla veriliyor. Henüz 7. aydayız ama, herhalde bu yıl daha önemli bir röportaj yapılamaz. Ne bileyim, anayasa mahkemesi kararı, erken seçim ihtimali, fasafiso bunlar. Bu yılı gönül rahatlığıyla kapatabiliriz. Önemli mi önemli, eyvallah, ama daha yılın ortasındayız be Uğurcum. Sonrasında Çarkıfelek'te Okan Bayülgen varmış, o da yılın entırteynmınt olayı olmuştur muhtemelen. ah, seviye...

-son olarak hürriyet'e değinmezsem eksik kalır bu tarama. bu örneğe çeşitli kaynaklarda defalarca rastlamışızdır zaten. "ÇATIŞMA ANI BÖYLE GÖRÜNTÜLENDİ". ve bir başkası: "SALDIRGAN TAKSİNİN İÇİNDE BÖYLE ÖLDÜRÜLDÜ". Fark ettiniz değil mi? bu başlıklarda önemli olan şey olayın kendisi değil, nasıl görüntülendiği, nasıl gerçekleştirildiği. Çatışma mı olmuş, o mühim değil, görüntülenmiş mi, kan görünüyo mu, silahlar patlıyo mu? Birisi mi öldürülmüş? Nası öldürülmüş? Görüntüsü için nereye tıklıyoruz? kare kare yapmışlar bak bak, izle, özümse, alış, vah vah tüh tüh..

Tamam kardeşim, şiddet izlemesini sevdiğim anlar olur, ama asla gerçek insanlara, gerçek acılara dair değil. aksiyon filmi falan gösterin 7/24, ne bileyim kurtlar vadisi, 24 gibi diziler, black hawk down vesaire gibi filmler gösterin tamam. ama gerçek hayatı aksiyon filmi gibi sunmayın ne olur..orda cidden birileri ölüyo, zarar görüyo, siz arkaya aksiyon filmi müziği koyup "bakın nası da görüntülenmiş, bakın nasıl da güvenlik kameralarına yakalanmış" diyosunuz..yönetmene oscar vereceksiniz elinizde olsa..

gerçekten şu medya bazen üzerime üzerime geliyo..mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıcam şu sıra, kendimi distopyalara verdim bir sonraki yazım bu konu üzerine olacak (olası yazı sözü vol. 8378345)..

14 Haziran 2010 Pazartesi

sahipsiz

Sen, sana diyorum. Niye öldün sen? Cevap verebilir misin?

Hiçbirşey sana ait değildi, ve olamayacaktı. Zaten sahip olabilseydin, sahip olduğun şeyin ne olduğunu bilemeyecektin ki? Hiçbirimiz bilemeyecektik. Toprak nedir? Toprağa sahip olabilir misin? Vatanına? Evine? Kendi vücuduna? Başkalarının vücuduna? Diline, kültürüne, geleneğine, göreneğine sahip olabilir misin? Hayır. Ama bunlar için öldürebilirsin, gönül rahatlığıyla ölebilirsin.

Seni kullandılar işte. Sahip olanlar, sahip olduklarını korumak için, hiçbir zaman sahip olamayacağın şeyler adına sana adam öldürttüler, ve sonunda, bak, sen de öldün. Zorlama bir "bölünmez bütünlük" (ki matematik bize bütün bütünlüklerin bölünebileceğini de söyler) peşinde koşa koşa herşeyi paramparça etmekti görevin. Veya dava uğruna canını ortaya koymaktı. En ufak bir tereddüt, ihanete eşdeğerdi. Gözlerini kapattın, ve vazifeni yaptın. Sonra gözlerini tekrar kapattın.

Ha dağın başında ölmüşsün, ha allahın unuttuğu bir yerde bir karakolda..Adına baskın demişler, operasyon demişler, pusu demişler, harekat demişler, önemli mi senin için? Bombayla, roketle, mayınla, kurşunla, bıçakla öldürülmüşsün, farkeder mi? Tankla, topla, uçakla, helikopterle, postallarla, ya da yalınayak-sessizce-gecenin bi vakti-çaktırmadan gelmişler, farkeder mi? Şehit mi oldun, etkisiz hale mi getirildin, ölü mü ele geçirildin? Umrunda mı?

Peki ya bize noldu? Biz; geride kalanlar. Sen de bizdendin. Sen de geride kalmıştın işte, başkaları öne geçmişti rütbeleriyle, soyadlarıyla, paralarıyla, bürokratlarıyla, yoldaşlarıyla..Sense bir piyondun, cephenin gerisine doğru hareket etmen, vezirlerle, şahlarla muhabbet etmen olanaksızdı. Öne sürülmüştün. Harcanabilirdin. Neticede, hiçbişeye sahip değildin. Bakma, onlar da sahip değildi, olamazlardı. Ama cüretkardılar, bir defa senin adına konuşmalarına izin vermiştin ve o anda iş işten geçmişti.

O kritik anda, sen daha ne olup bittiğini anlamadan söylemler ağzına yerleştirilmişti. Ezberletilmişti. Silahın eline tutuşturulmuştu. Düşmanınla çok benzer şartlarda eğitim gördüğünün farkında mıydın? Kamplarda veya kışlalarda. Sloganlarla, marşlarla, türkülerle..Atış talimleriyle. Hoplayıp zıplamalarla. Yerde sürünmelerle..

Napabilirdin? Davaya hizmet dışındaki seçeneğin neydi ki? Mecburdun sen, içinde yaşadığın toplum, ülkenin hangi bölgesinde yaşarsan yaşa, seni zorunlu kılmıştı bu "hizmeti" yapmaya..Yoksa erkek değildin. Yoksa vatandaş değildin. Yoksa, satılmışın, ödleğin tekiydin. Gururuna yedirebilir miydin? Hani, başkalarının tanımladığı ve sana iliştirilen o ölümcül erkeklik gururuna?

Kuşaklar boyu bu çok vatani, çok uhrevi, çok halkçı hizmetler yapıldı da ne oldu diye soramazsın ki şimdi..Çünkü öldün. Kendin başlatmadığın bir savaşta, sonuna dek sevdiklerin için kendini feda ettiğini düşünerek, öldürdün ve öldün. Biz ölmeni istememiştik. Ama ölmenden gurur duyduk. Gurur icad edilmemiş olsaydı napardık bilemiyorum tabii..

İşte, en nihayetinde, sen birilerinin katiliydin ve başkaları da senin katilindi. Katilimin katili, benim dostumdu öte yandan. Abimdi. Kardeşindi. Amcamdı. Babandı. Dağdaki de karakoldaki de yoldaki de patikadaki de üsteki de alttaki de bizdik işte. Nesini kıyaslayacaktık? Bir taraf farklılığımızı, diğer taraf benzerliğimizi ispat için ölüyor, öldürüyordu..

İlk farklılaşan, ölmeyi ve öldürmeyi reddeden olacaktı oysa..

13 Haziran 2010 Pazar

radyo eksende frekans kaymaları

İnanın ciddi bir yazı yazmaya çok uğraştım, ama olmadı. Çünkü bu kadarı da olmaz artık.

Yeni fobimiz vatana millete hayırlı uğurlu olsun efendim! Artık eksenimiz kayıyormuş, hem de doğuya doğru, eyvah! Orda pis araplar ve bölücü kürtler dışında hiçkimse yok ki!?Biz giyim-kuşamımızla, aydınlanmış beyinlerimizle avrupaya pek yakışıyorduk ayol..

(ne acaip doğudaki herkes bizi "sırtımızdan hançerlemiş" diye bi hikaye var, sırtımızı dönmüş olduğumuzdan olabilir mi?bu "biz" öznesi osmanlı mı, cumhuriyet mi? aman ne önemi var, söz konusu vatana ihanetse tarih teferruattır)

Batıyla her temasın "ABD uşaklığı, Damat Ferit hükumeti, AB yalakalığı" vb gibi yakıştırmalarla karşılanmasının ardından, bu sefer de "Batı" ekseninden kopuyor olmamız üzerine muazzam bir fırtına kopartılıyor. E hani bunlar emperyalist devletlerdi? Hani bölmeye-parçalamaya uğraşıyolardı? Hani CIA'den falan emirle getirilmişti bu hükumet? Şimdi "pensilvanya" çok güzide bir eyaletimiz, ABD'nin höt-zötleri çok mühim uyarılar oluverdi.

Tabii ufukta daha büyük tehlikelerin olduğunu vaaz edip, sil baştan bir "yaşam tarzı tehlikede" kaşıntısı başlatma fırsatı doğuverdi aslan medyamıza. 8 yılın ardından yaşam tarzında herhangi bir değişiklik olmayınca bu söylem de sona erer yakında diyorduk ama, nafile, bi anda çıkıverdi işte ortaya..Ortadoğu birliği, İslami yardım, din birliği ekseninde dış siyaset, İran-Filistin-Suriye-Ürdün-Lübnan ile ittifaklar, omaygad gerçekten de! Ya sahiden "tam bağımsız" olup, kafamıza göre ortaklıklar kurmaya başlarsak? Mazallah, Batı bizi napar?

Bu AKP hepimizi örtücek, öcü öcü yapıcak valla! Bir Cumhuriyet yazarı "ben iran gibi, filistin gibi yönetilen bir ülkede yaşamak istemiyorum"u yapıştırmış bile! Hem de Lang Lang dinlerken. İrana yaptırıma karşı verilen hayır oyu, konser salonunda dönüp dolaşıyormuş..avrupa üzerinde de bi hayalet dolaşıyodu vakti zamanında, onun gibi bişey..Lang Lang'ı da İstanbulda dinliyor üstelik. Ama İstanbul yavaştan Tahrana mı dönüyor?!?

Oysa ben kıta sahanlığımızın her yıl birkaç santim batıya kaydığını biliyorum, jeologlardan. İstemesek de eksenimiz batıya doğru yani.

Hayır efendim, bu kadar absürd bir tartışmaya ciddi ciddi argümanlar sunarak katılmak istemiyorum, pas geçiyorum. Sizleri fobilerinizle, yaşam tarzı endişelerinizle, hassas bünyelerinizle başbaşa bırakıyorum; esen kalın!


31 Mayıs 2010 Pazartesi

yine ulus-devlet, yine insanlığın sonu

Artık gizli saklı yapılamıyor. Herşey ortada. Bütün dünyanın gözü önünde cereyan ediyor herşey. Görüyor musunuz?

Bunu biz yaptık işte. Milli hassasiyetlerimiz, ulusal güvenliğimiz, sınır ve toprak fetişizmimiz. Bütün bu terörü, şiddeti, çatışmayı bizler bu hale getirdik. Bize ait olan herşey kutsaldı. Onlara ait olan, neden bize ait olmasındı? Sahipsiz duran herşey bizim doğal hakkımızdı zaten. Aslanlar gibi aldık.

Konjonktür farklı olabilir. Tarihsellik farklı olabilir. Ama zihniyet birebir aynı. Ulus-devlet, ya da milli-güvenlik-devletinin yarattığı sonuç bu işte. İnsanlık adına, hukuk adına, etik adına, merhamet adına ne varsa yıkıp geçer, arkasına bile bakmaz. Ve elinizden kınamak dışında hiçbirşey gelmez, çünkü sonraki adımda sizin güvenliğiniz söz konusudur.

İnsanın esas gücüne giden de, bununla herkesin empati kurabilmesidir. Adamlar kendilerince haklı denebilmesidir. İnsanlık buralara düşmüş işte, savunmasız sivillere ateş açılmasının kendiliğince meşru bir açıklaması olabiliyor. Default mantalite bu. Herkes için.

İsrail, güvenliğini, toprak bütünlüğünü bahane eder, silahlı-silahsız, sivil-asker demeden sağı solu bombalar. Bütün bir ülkeyi abluka altına alır. Bütün Ortadoğuyu rehin alır. Yardım konvoyuna çıkarma yapar, savunmasız insanlara gözünü kırpmadan ateş açar. Gazze'ye yardım giderse İsrail'in milli güvenliği, toprak bütünlüğü vesairesi tehlikeye girecektir mazallah.

Türkiye de yapar aynısını. Güvenlik için köyler yakılır. Güvenlik için işkence yapılır. Milli birlik ve beraberlik için bombardıman, operasyon yapılır. Diller, kimlikler, kültürler yasaklanır. nsanlar yerlerinden yurtlarından edilir. 1915'te de, 90'lı yılların tamamı boyunca da aynı şey. Herşey farklı, evet, ama aynı.

ABD farklı mı? Komünizm der vurur, terörist der vurur, demokrasi yok der vurur, "nükleer silah yapıyorlar, çok ayıp, sadece bende nükleer silah olmalı, çünkü kullanmasını tek bilen benim" der, vurmayı hedefler..Bunu biz yaptık işte yahu, dünyayı bu hale getirdik. Devletler kutsallaştı, ulusla bütünleşti, varlık sebebimiz haline geldiler. Sonra bizim devletimiz bütün dünyayı döver, bir Türk dünyaya bedel. Sonra bekle ki yurtta sulh, bekle ki cihanda sulh..

Ne için var ulus-devletler? "Bizi" yani ulusumuzu korumak için. Daha da önemlisi malımızı, mülkümüzü ve en en önemlisi toprağımızı korumak için. Eh, iyi de en başta saldırganlığı biz yaratıyoruz, sonra bunu engellemek için kendi devletimizi güçlendiriyoruz. Çatışmayı ortadan kaldıracak birşey yapmak yasak. Sadece kendi kaleni, kendi ordunu, kendi silah gücünü arttır. Ta ki patlayana ve tekrar biriktirmeye başlayana kadar.

Ne yani, devlet olmazsa seni kim koruyacak? Ulusunu, toprağını, malvarlığını kim koruyacak?Kimse korumasın kardeşim, istemiyorum. Masum insanların hayatı pahasına korunuyorsa, benim canımın, benim malımın, benim toprağımın değeri nedir ki?

Daha ne diyebilirim, bilmiyorum..

16 Mayıs 2010 Pazar

trash humpers vesilesiyle anti-sanat (gibi bişey)

Anlaşılan o ki bu mesele de Lacan olmadan kapanmayacak..

Sanatta kabaca iki yaklaşımdan söz edebiliriz. Mimetik ve fantastik. Mimetik sanatta, sanatçıyla izleyici aynı dünyada yaşamaktadır, gündelik yaşamın rutinleri eserde kendine yer bulur. Bir bakıma önceden üretilmiş Sembolik Düzen (dil), eserde tekrar temsil edilmektedir. Fantastik'te ise, başka bir boyut vardır. Sanatçı, farklı bir yerden gelmekte, kimsenin aşina olmadığı bir dünyayı veya ilişkiler yumağını anlatmaktadır. Bir bakıma henüz o bilindik Sembolik Düzen'de temsil edilememiş (dile ait olmayan) bir takım unsurları (tabii bu unsurlar Lacancı Gerçek'te yer almaktadır), tanıdığımız, bildiğimiz Sembolik düzene dahil etmeye çabalamaktadır. Elbette bu iki yaklaşım birbirlerinden net bir çizgiyle ayrılmazlar, bu minvalde saf bir fantastik veya saf bir mimetik sanattan söz edemeyiz.

Anti-sanat dediğim şey de, bu fantastiğe, yani Gerçek'in temsiline yakın duruyor zaten. Ancak bunu kasıtlı olarak yapmıyor. Anti-sanat olan da zaten sanat formunu alıyor nihayetinde. O yüzden bilinçli bir şekilde sanat karşıtı bir akım var demek yerine, sanat anlayışı veya estetik kaygıları gütmeyen ve bu haliyle anti-sanat olan bir iki örnek üzerinden gitmek faydalı olacaktır.

Harmony Korine, filmleriyle, kelimelere dökülemeyecek hissiyatları izleyicisine aşılamaya çalışan yönetmenlerden biri. Trash Humpers ise bu tarz sinemanın doruk noktası olabilir. Öncelikle, anti-sanat akımındaki "found object" kavramına doğrudan bir atıf söz konusu. Yani planlı-programlı bir şekilde kurgulanmış bir eser yerine, rastgele, herhangi bir formu ya da bilinçli tercihi yansıtmayan bir nesne de "sanat" olarak değerlendirilebilir.

Filmde, bir yerde bulunmuş bir VHS kaset izliyoruz. Herşey rastgele, ve filmin geneline anarşik bir hava hakim. Kaset bazen ileriye geriye sarılıyor, bir olay örgüsü, kurgu veya hikaye söz konusu değil. Bir karakter analizi, duygusal çelişkiler, giriş-gelişme-sonuç bölümleri de hak getire. Konuşulanların ve yapılanların çoğu anlamsız, hatta, tabiri caizse, "çocukların ruhsal ve bedensel gelişimlerine, Türk aile yapısına, örf, adet ve geleneklerine aykırı!". Öyleyse bu filmi çekici ve hatta unutulmaz kılan nedir?

Rutin bir nesneyi veya eylemi "kendi içeriğinin dışarısına" çıkarmak (out of context) da bu tarz sanatın, ve tabii Harmony Korine sinemasının, bir parçası.

Örneğin pancake üzerine bulaşık sabunun boca edildiği ve bunun iki adama yedirildiği bir sahne var. Bu sahne, Korine'in önceki filmlerinden Gummo'da yer alan "şampuan ve makarna" sahnesini hatırlatıyor. Şampuanı veya bulaşık sabununu "görevi" veya "context"i dışında kullanmak, Sembolik düzeni bir yerinden yırtıyor ve bizde açıklaması epeyce güç bir hissiyat veriyor, bir yerde boşluğa düşürüyor. Bu hissiyatın içinde tiksinti de muhakkak var. Gerçek, özünde tiksinç birşey ve bu tiksintiyi doğrudan deneyimlemek yerine, onun etrafında bir sembolik düzen oluşturuyoruz ve böylece onu kendimizden uzak tutuyoruz.

Benzer bir çabayı Lars Von Trier'in Antichrist'ında da görmek mümkün. Doğanın, ölümün ve cinselliğin "Gerçeği" yüzümüze çarpıyor, o karanlığı ve acıyı-cinsellik ve ölümün içiçe geçtiği kör noktayı tarif edebilecek kelimelere vakıf olamıyoruz hiçbir zaman. Yalnızca tedirginlik duyuyoruz, kafamızı çeviriyoruz, dişlerimizi kenetliyoruz ve bir an önce bitsin istiyoruz. Bu filmle yapılan, bütün o kaosu, çelişkileri, vıcık vıcıklığı, kışkırtıcılığı içinde Gerçek'e bir göz atmaktır. Bu ne kadar estetize edilirse edilsin, midemizde birşeylerin burkulmasına yol açacağı garantidir.

Bu Gerçek'in üzerimizdeki etkisinin kaynağı nedir? Niçin illa negatif bir algı uyandırır? Benliğimizin en derinlerinde saklamaya uğraştığımız şeyle mi gözgöze geliyoruz? Yoksa bu eserler tamamen dışsal saldırılardan, kurnaz ve gaddar yönetmenlerin sınırları zorlama egzersizlerinden mı ibaret?

Nihayetinde bu örneklerdeki yaklaşımı, son derece özgürleştirici, ve özgürleştirirken de parçalayıcı, yok edici bir duruş olarak adlandırmak mümkün. Özgürleştirici, çünkü sanatı ve hatta bütün dünyayı ezberlenmiş kalıplar, kurallar, estetik anlayışı, uzay-zaman örgüsünün dışında tasavvur etmenin yollarını sunuyor. Yok edici, çünkü bu tarzla karşılaştığımızda artık hiçbirşey eskisi gibi olmuyor, yani sembolik düzenin kendisi değişiyor. Bu tarz filmleri izledikten sonra "bir film izledim" demek yerine, "bir deneyim yaşadım" cümlesini kullanmak sanırım daha uygun. Yeni birşeyler arayan sinemaseverlere tavsiyemdir.