24 Şubat 2010 Çarşamba

yargım eli

Yargı nedir? Hukuk nedir? Meşruiyet nereden gelir?

Belki de 80 yıl önce yapılması gereken tartışmaları daha bugün yapıyoruz. "Güçler ayrılığı" daha yeni hayata geçiriliyor. İdeolojik "masal"lar ve mitler yeni yeni tartışmaya açılıyor. Devlette ordunun, yargının, yasamanın, yürütmenin işlevleri henüz masaya yatırıldı. Ve değişim elbette sancılı oluyor.

Yargının bağımsızlığından kimsenin kuşkusu yok, ama ya tarafsızlık? İşte size çok taze örnek:

1) “Bence bu adamlar dövülselerdi, milletin yüreği soğurdu. Sevr’ciler tekme tokadı hak etmişlerdir”. 2) “Bu Rapor parçalanmaya yönelik bir düşüncenin sonucudur. Yemin olsun; toprağın bedeli kandır, gerekirse dökülür. 3) “Bunlar bir avuç zibididir”. 4) “Siz o uydurma azınlıklarınızı alın da gidin Avrupanıza sokun”. 5) “Bunlara Türkiyeli demek, Türkiyeli yılanlara, kurbağalara, çakallara haksızlık oluyor”. 6) “Şu toprağa küfrederek basanlar var. Hain desen, işbirlikçi desen var. Köpek gibi, bir kemikle susan var. 7) “Çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kanişler, uyanık geçinen şapşallar, salak, tescilli hain, zavallılar. TC devletimize-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar”. 8) “Azınlık arayanlar, analarına babalarının kim olduğunu bir kez daha sorsunlar”. (Baskın Oran, 21.02.2010 Radikal 2)

Yukarıdaki ifadelerin hiçbirinin suç olmadığını biliyor muydunuz? Evet, eğer bu sözleri bir Agos yazarına ediyorsanız, suç kapsamına girmiyor; mis gibi ifade özgürlüğü. Peki sizce benzer sözler, diyelim herhangi bir CHP milletvekiline, bir Cumhuriyet gazetesi yazarına, TSK'nın herhangi bir mensubuna söylenmiş olsaydı, mahkemeden çıkacak karar ne olurdu? Şu soru bile ne kadar komik durdu değil mi..Hadi mahkemeyi de geçtim, sayın ulusalcı arkadaşlarımız bu lafları nasıl yeni bir korku müsameresinde kullanıp, nasıl pazarlardı?

Hukuk ve yasa neyin hukuku ve yasasıdır bu ülkede? Bunu çok iyi görmek lazım. Sonuçta her devlet -özellikle de ulusdevletler-kendi devamlılığını sağlayacak şekilde, belli bir ideolojinin etkisinde kalan bir hukuk sistemi üretir. Ama, ne pahasına? Demokrasiyi engelleme, yasamaya ket vurma, siyasete alenen müdahale etme-hukuka uydurulabilir mi? 82 anayasası bile bu kadar açık bir oligarşik ya da jüristokratik yapıya izin vermeyecek şekilde düzenlenmiş. Ama bunu dahi az gören, daha fazla yetki isteyen bir yüksek yargı portresiyle karşı karşıyayız bugün. İşte HSYK'nin açık yetki aşımı, Anayasa Mahkemesi'nin 367 ve Türbanla ilgili skandal kararları, Yargıtay 4. Dairesinin yukarıda sayılan ifadeleri "düşünce özgürlüğü" kapsamına sokması..

Bütün bu örneklerin yanında bir de uluslararası hukuk var, bizim de tabi olduğumuz anlaşmalar, sözleşmeler, mahkemeler var. Arada bir o mahkemeyi de "emperyalist oyunun parçası" olarak niteleyenler var. Bu mahkemede en çok mahkum olmuş ülkelerden biri olmamız işlerine gelmiyor muhtemelen. Tabii bu kişiler, bizim ülkemizden hakimlerin de AİHM'de görev yaptığının ya bilincinde değiller ya da bilmezden geliyorlar.

Herneyse, bunlar nihayetinde dedikodudur, reel-politiktir. Esas üzerinde düşünmemiz gereken, hukuğun ve devletin meşruiyet kaynağıdır; çünkü günümüzde yaşanan sorunların temelinde bu vardır. TSK-Yüksek yargı, ya da asker-sivil bürokrasi dediğimiz zümre, kendisini halkın üzerinde ve ötesinde bir kaynaktan alıyordu meşruiyetini: Cumhuriyet ve Atatürk miti. Platon'un devletinde bile vardır; devletlerin meşruiyeti o devletin egemen olduğu toprakla ve halkla da bağlantılı olan bir kuruluş "masalıyla" sağlanır. Ancak bizim devletimiz bir hata yaptı; bu masalı gerçeklere aşırı derecede aykırı bir şekilde ve öngörüsüz olarak biçimlendirdi. "Sınıfsız-kaynaşmış kitle" bu yanlışların belki de en büyüğü idi. Bir başka yanlış, toplumdaki İslami etkiyi ve etnik farklılıkları ve tabii gayrimüslimleri hiç hesaba katmayıp, sıfırdan modernleşmiş ve laik bir soyut vatandaş kalıbı yaratmaktı. Bu kalıp, İstanbul, Ankara ve belki İzmir'deki sınırlı sayıda bireye tekabül ediyordu belki, ama halkın geneliyle tamamen uyumsuzdu. Sonuç; kemalizmin hızla yozlaşması ve halk nezdinde karşılığını kaybetmesi oldu.

Kemalizm askeri darbelerle, yargı müdahaleleriyle günümüze kadar bir güç odağı yaratmayı başarsa da bugün artık gerek iç-gerek dış konjonktürün de baskısıyla kökten çatırdıyor. Masal, artık analojik ve didaktik özelliğini yitirdi. Toplumun gerçeğine bu kadar yabancı bir ideolojinin hala varlığını sürdürmesi de epey şaşırtıcıdır; bu pek muhterem "milli eğitim"imizin, özellikle 12 eylülden sonra aşırı uçlara varan bir "doktrinasyon"un ve monopolitizmin sonuçlarından biridir. Yine de hem bu sistem hem de ideolojinin kendisi artık meşruiyetini tamamen yitirmiş vaziyette.

Ve nihayet devlet yapılanmasının içinde de daha evrensel değerlere atıfta bulunan, Türkiye'nin kabuğunu kırmasını isteyen odaklar oluşmaya başladı. Yeni hukuk ve devlet düzeninin meşruiyetini de işte bu evrensel ilkelerden alması artık kaçınılmaz. Yukarıdaki hakaret ve tehdit dolu sözlerin, kime söylenirse söylensin suç teşkil edeceği, yargı'nın yasama ve yürütme'nin üzerinde sorgulanamaz bir hakimiyetinin olmadığı, ordu'nun kendi ideolojisini bütün topluma dayatmak üzere planlar yapmadığı bir demokrasiye ulaşmamız gerekiyor.

Tabii burada dikkat etmemiz gereken bir nokta da mevcut. Ya yeni ve eşit oranda gerçeklikten uzak bir başka "masal", eskisinin yerini alırsa? Ya devredilen iktidar ve sermaye, bambaşka baskı mekanizmaları olarak geri dönerse? Ya bugün demokrasi adına çalıştığını düşündüğümüz odaklar yarın kendi kendilerini meşrulaştırarak yeni bir dogma ve monopolitizm yaratırlarsa? AKP'den bu yönde sinyaller almak da çok zor değil, o yüzden her türlü muhalefetin tutarlılıkta birleşmesi gerekiyor. Baskı, hangi yönden, hangi kimlikten (mağduriyet iddiasında bile bulunsalar), hangi ideolojiden gelirse gelsin karşı durmak gereklidir. Ve, tekrar belirtiyorum, öncelikli hedef asgari bir demokrasiye ulaşmak olmalı.

Ondan sonrasına bakacağız elbette, belki de bahsi geçen demokratik düzenin de sorunları, çıkmazları, baskı noktaları mevcut..ama öncelikli hedef bu asgari demokrasi olmalı ve bana kalırsa kendisine "sol" diyen herkes "name calling" egzersizlerini bir kenara bırakıp asgari bir demokrasi için-ideolojik anlaşmazlıkları gözardı ederek-mücadele etmeli.

Çok şey mi istiyorum?

14 Şubat 2010 Pazar

vesayetin kadar konuş!

Şu "askeri vesayet" meselesine değinmek istiyorum ne zamandır. Birçok insan "ne yani, yasaları yapan, idareyi elinde tutan, ekonomiyi yöneten 8 yıldır akp değil mi?" şeklinde bir argüman geliştirmiş. Bunun yanısıra "sivil-dikta" iddiaları güzide basınımızdan ince ince yayılmakta. Önce kavramları ve vaziyeti doğru tanımlayalım.

Öncelikle askeri vesayet rejimi dediğimiz rejimde askerin fiilen yönetmesi gerekmiyor. Biz zaten kendi kendimizi, askerin istediği vatandaş'a uyarlamaya uğraşıyoruz 80 küsur yıldır. Hepimizin içinde bir askerlik şubesi mevcut, verdiğimiz siyasi kararları, politik duruşlarımızı, argümanlarımızı ona uygun yapmaya uğraşıyoruz. Devletin gözünde ancak böyle "uslu vatandaş" olabiliyoruz. Anayasa'nın "ruhu"ndan tutun, milli eğitim denen hilkat garibemizin minicik çocuklara aşılamaya çalıştığı militarizme(hergün marşlar, andlar, hizaya gir, kol boyu mesafe koy, tek sıra yürü) ezberle, , oradan da "yıpratıyolar, tutun!" diye dava üzerine dava açılan gazetelere..

Tabii bu "askerlik şubesi" mantalitesi, Atatürk kültünde cisimleşiyor. Her içeriğe uygun bir Atatürk imgesi mevcut; kalpaklı veya Asker Atatürk, Başöğretmen Atatürk, Centilmen Atatürk, Politik Lider Atatürk, Anti-Emperyalist Atatürk, Rehber Atatürk, Devrimci Atatürk, Mütevazı Atatürk, Çocukları-seven Atatürk, Rakı içen Atatürk..Atatürk'ü bir nevi joker gibi her konu ve pozisyonda kullanmak, onu gerçek anlamda yıpratıyor. Her devlet dairesinde, her MEB yayınında, her derslikte, hatta bazen alelade dükkanlarda şu veya bu şekildeki Atatürk. Bizi gözetliyor, doğru mu davranıyoruz, doğru yöne mi gidiyoruz..ve işin doğrusu biz kendi kendimizi, sanki o gözetliyormuşçasına kontrol ediyoruz. O, herşeyi düşünmüş çünkü, herşeyin de en iyisini yapmış, biz de onu takip edersek hakikate, en ulu bağımsızlığa, en güçlü devlete ulaşabiliriz. Kendimiz için düşünmeye, yani sahiden "aydınlanmaya" henüz başlayabilmiş değiliz.

Etrafımıza şöyle bir bakalım. Başbakan'ın eşi GATA'ya giremiyor, başörtülüler kamusal alana(ki bu aslında devletin kamusal alanı, buna da bir oxymoron demek mümkün. ve aslında bunu yaparken laik devlet, başörtüsünün şart olmadığı bir İslam tasavvuru üretiyor, halbuki bu konuyla hiç meşgul olmaması lazım) hala giremiyor, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar hala kendi kimliklerini gönül rahatlığıyla sahiplenemiyor-sahiplenenlerin başlarına gelenleri görüyoruz..İmam hatipliler eşit koşullarda üniversteye girsin diye ve askerler sivilleri ilgilendiren suçlarda sivil mahkemede yargılansın diye yasalar çıkarılıyor ve bu yasalar, yetkisi olmayan ve açıkça hukuku çiğneyen mahkemelerce iptal ediliyor. Şu anda meclisten çıkarılacak herhangi bir yasayı, Anayasa Mahkemesi ilk 4 maddeye atıfta bulunarak iptal edebilir, böyle bir yetkisi olmamasına rağmen. Bu, nedir? YÖK'ün katsayı koyma yetkisinin olduğu ama kaldırma yetkisinin olmadığı ucube bir durum ortaya çıkıyor mesela. Bu, neyin diktasıdır? Eğer bu sivil diktaysa, istediğini yaptırmayı beceremiyor bence. Dolayısıyla iktidarsız. Ama hükumetin üzerinde, onun hareketlerini denetleyen, yasamayı kontrol altına alan bir başka "irade" olduğunu düşünüyorsanız-ki öyle görünüyor-işte bu tam olarak askeri vesayettir. Zaten 1982 Anayasası, bütün bu garip hukuki çelişkilerin ceryan etmesini sağlayan temel düzlemi sağlıyor. En azından bu anayasa değişse, bu vesayet bir nebze olsun kırılabilir.

TSK'dan pek bahsetmedik, bahsedelim. Geçtiğimiz hafta "sabrımız taşarsa elimizdekileri açıklarız" şeklinde müthiş bir çıkış geldi Genelkurmay'dan. Genelkurmay suç teşkil eden belgeleri elinde tutuyorsa bunları anında açıklamakla yükümlü değil midir? Uygun zamanı kollamak, medyadan ve devletten belli taleplerde bulunmak şantaja girmez mi?"Sabrımız taşarsa açıklarız" cümlesinin ardında "taşmazsa açıklamayız" iması yok mu? Sonra da yıpratılıyor diyenler çıkıyor. Sık sık yapılan bir başka vurgu da "üniter devlet" yapısı. Ordu'nun yönetim şeklinden sorumlu olduğu bir demokrasi bulunamaz. Meclis, diyelim federal yapıya geçmeye karar verdi. Doğru düzgün bir devlette herhangi bir kolluk kuvvetinin herhangi bir yöneticisi çıkıp da "biz buna karşıyız, izin vermiyoruz" diyemez, dememelidir. Diyecekse, meclise girmesi gerekmekte veya bir idari otoriteye sahip olması lazım gelmektedir. TSK'dan çıkan darbe planları, fişlemeler, toplumu "şekillendirme" projeleri, sağda solda saklanan cephaneleri saymıyorum bile. Şu açıklama bile "vesayet" için somut kanıttır. Türkiye için federatif sistem iyi midir, kötü müdür diye tartışmıyorum. Ama prensipte meclis buna karar vermişse buna itiraz edecek merci yine ancak meclis olabilir, tabii "egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" düsturunu benimsiyorsak.

Ha, bu vesayet AKP'nin, özellikle de işçi sınıfına yönelik göz göre göre yaptığı büyük haksızlıkların bir bahanesi elbette olamaz. AB yolunda tökezlemesinin, açılımda yavaşlamasının, darbe iddialarının yeterince üzerine gitmemesinin de bahanesi olamaz. Ancak, AKP eleştirisini mutlak hale getirip, sistemin, devletin geri kalanını eleştirmemek, muhalif bir tutuma değil, militan bir tutuma tekabül eder sadece, kaldı ki bugün AKP gitse yarın ona çok çok benzeyen bir başka parti gelecektir ve sistem değişmediği sürece kronik sorunlarımız devam edecektir. Dolayısıyla bugün devletin her kademesi (asker, polis, yargı, meclis, bürokrasi vs.) eleştiriden payını almalı ve değişmeye zorlanmalıdır, "yıpratılma" masallarıyla oyalanmak yerine, yıpratıcı öğelerden kurtulmayı amaçlamalıdır.

Bunlar, aslında bir durum tesbitiydi nihayetinde. Yapılması gereken nedir? 70 milyon insanın üzerinde uzlaşacağı, herhangi bir külte bağlı olmayan, somut insani veya ülkesel değerler bulunabilir mi? Herhalde yüzyıllardır cevabı aranan bir başka soru da bu. Benim şimdilik cevabım demokrasi, ama bu yeterli olur mu? Hele bir oraya gelelim, öyle düşünürüz deme kolaycılığına da kaçmak istemiyorum, çünkü bambaşka bir kavrama/yönetim şekline yöneleceksek, neden demokrasiyle uğraşıyoruz?

Kişi kültü ve vesayet konusunda daha fazlasını ve tabii daha kapsamlısını isteyenleri bu yazıya davet ediyorum. Vesayetsiz günler dilerim.

8 Şubat 2010 Pazartesi

of, biz?

Kendini tanıma, kendine karşı dürüstlük, kendini ifşa etme meselesine biraz daha devam edeyim istiyorum.

Tehlikeli derecede dürüst bir yazı yazabilir miyim? Mesela yayınlamaktan çekineceğim kadar dürüst bir yazı? Herkesten saklamaya çalıştığım, kimselere anlatmadığım yanlarımı gözler önüne seren bir yazı? Bütün bencilliğimin, kirli ve yasak ve uygunsuz arzularımın, dandik benliğimin, entelektüel tortuların hemen altında yer alan sarsılmaz vazgeçmişliğimin tutarlı ve eksiksiz bir dökümünü yapsaydım örneğin..ve üstelik bunları yazarken de herkesin gerçek isimlerini kullansaydım, bildiğim bütün sırları, kendiminkilerle beraber ortalığa saçıverseydim..

Böyle bir yazının faydası ne olurdu? Evet herkes benim ne mal olduğumu öğrendi, tamam. Belki bir nebze başkalarının da ne mal olduğunu öğrendi, evet. Ancak sonra ne olurdu? İnsanlar bana sırt mı çevirirdi? Bana acırlar mıydı? Kızarlar mıydı, yoksa nefret mi ederlerdi? Takdir eden de bulunur muydu?

Böyle bir yazıyı okuyanlar, benim yani yazarın bunları gerçekten hissettiğini mi düşünürdü, yoksa biraz uydurma mı gelirdi? Okuyucunun kanaatini önceden kestirebilseydim, o tarz bir yazı yazmam daha mı kolay olurdu, yoksa daha mı zor..

Tabii şu da var, ya bu arzular-sapkınlıklar mutlak ve vazgeçilmez değilse? Ya hepsi gelip geçiciyse? Geçici bir delilik yüzünden kurulu bütün sosyal düzenin içine etmek ne derece mantıklı? "Mantıklı" olmak şart mı peki, insan mantıklı davranmaktan da bıkamaz mı?

Daha da kötüsü, ya insanlar bütün bunların zaten farkındaysa? Ya benim anlatmaktan çekindiğim herşey, zaten bana yakın kişiler tarafından beraber geçirdiğimiz aylar-yıllar içerisinde öğrenildiyse? Herkes, etrafındaki bütün insanların aşağı yukarı ne derece pislikle dolu olduğunun farkındaysa ve buna rağmen samimi ilişkiler, aşk-meşk yakınlaşmaları, sırdaşlıklar, dostluklar, hatta evlilikler oluşabiliyorsa..Bu, bizim kendimizi (ve başkalarını) kandırmakta usta bir hayvan türü olduğumuzu mu gösterir, yoksa içimizde pislik için olduğu kadar iyilik için de potansiyel bulunduğunun bir göstergesi midir? Kendi içimizdeki ve başkalarındaki o çürümüş, kokuşmuş, ahlaksız şeyler tasarlayan öğenin ne kadarını kendimize itiraf edebiliriz, ne kadarını kabullenebiliriz?

Herkesin saklamaya çalıştığı şeyler elbette var. Peki herkesçe "çok iyi-çok kibar-çok tatlı" olduğu kabul edilen kişiler, bu öğeden yoksunlar mı? Yoksa gizlemekte herkesten daha mı ustalar? Yoksa üzerinde mi düşünmüyorlar(ben düşünüyorum da noluyo).."Tatlı" veya "yumuşak başlı" olarak tanımlanan bir insanın içinde hiç mi fırtına kopmaz, hiç mi yoldan sapmaz? Bir insan böyle davranmaya hangi faktörler sayesinde, nasıl şartlanmış olabilir?

Bir de tam zıttı var tabii, mümkün olduğunca kendi arzularının doğrultusunda yaşayan, etrafındaki insanların onun hakkında ne düşüneceğini hiçbir zaman umursamayan insanlar..Mevcudiyetleri diğer insanlarda huzursuzluk yaratan, ama herhangi bir kibarlık ya da modernlik maskesinin arkasına saklanmayan kişiler..Bir bakıma daha mı etik bir yaşantıdır o?

Ben sanırım ortalarda bir yerdeyim. Ne insanları üzmeye dayanabiliyorum, ne de bu karanlık öğeyi görmezden gelebiliyorum. O yüzden henüz o yazıyı yazabilmem mümkün değil. Benim bu ahlaki konumda olmamın sebepleri nelerdir? Bu sebeplere kendi kendimi analiz ederek ulaşabilir miyim, yoksa başkasının mı beni analiz etmesi gerekiyor? Aile, sosyal çevre, ilişkilerim, yaşadığım ülke ve hatta gezegen, ilgi alanlarım, siyasi düşüncem, zihniyetim ve etik anlayışım..hepsi birbirinin sebebi ve sonucu mu? Bazıları diğerlerini önceliyor mu?

Bu soruların bir sonu var mı?