31 Mayıs 2010 Pazartesi

yine ulus-devlet, yine insanlığın sonu

Artık gizli saklı yapılamıyor. Herşey ortada. Bütün dünyanın gözü önünde cereyan ediyor herşey. Görüyor musunuz?

Bunu biz yaptık işte. Milli hassasiyetlerimiz, ulusal güvenliğimiz, sınır ve toprak fetişizmimiz. Bütün bu terörü, şiddeti, çatışmayı bizler bu hale getirdik. Bize ait olan herşey kutsaldı. Onlara ait olan, neden bize ait olmasındı? Sahipsiz duran herşey bizim doğal hakkımızdı zaten. Aslanlar gibi aldık.

Konjonktür farklı olabilir. Tarihsellik farklı olabilir. Ama zihniyet birebir aynı. Ulus-devlet, ya da milli-güvenlik-devletinin yarattığı sonuç bu işte. İnsanlık adına, hukuk adına, etik adına, merhamet adına ne varsa yıkıp geçer, arkasına bile bakmaz. Ve elinizden kınamak dışında hiçbirşey gelmez, çünkü sonraki adımda sizin güvenliğiniz söz konusudur.

İnsanın esas gücüne giden de, bununla herkesin empati kurabilmesidir. Adamlar kendilerince haklı denebilmesidir. İnsanlık buralara düşmüş işte, savunmasız sivillere ateş açılmasının kendiliğince meşru bir açıklaması olabiliyor. Default mantalite bu. Herkes için.

İsrail, güvenliğini, toprak bütünlüğünü bahane eder, silahlı-silahsız, sivil-asker demeden sağı solu bombalar. Bütün bir ülkeyi abluka altına alır. Bütün Ortadoğuyu rehin alır. Yardım konvoyuna çıkarma yapar, savunmasız insanlara gözünü kırpmadan ateş açar. Gazze'ye yardım giderse İsrail'in milli güvenliği, toprak bütünlüğü vesairesi tehlikeye girecektir mazallah.

Türkiye de yapar aynısını. Güvenlik için köyler yakılır. Güvenlik için işkence yapılır. Milli birlik ve beraberlik için bombardıman, operasyon yapılır. Diller, kimlikler, kültürler yasaklanır. nsanlar yerlerinden yurtlarından edilir. 1915'te de, 90'lı yılların tamamı boyunca da aynı şey. Herşey farklı, evet, ama aynı.

ABD farklı mı? Komünizm der vurur, terörist der vurur, demokrasi yok der vurur, "nükleer silah yapıyorlar, çok ayıp, sadece bende nükleer silah olmalı, çünkü kullanmasını tek bilen benim" der, vurmayı hedefler..Bunu biz yaptık işte yahu, dünyayı bu hale getirdik. Devletler kutsallaştı, ulusla bütünleşti, varlık sebebimiz haline geldiler. Sonra bizim devletimiz bütün dünyayı döver, bir Türk dünyaya bedel. Sonra bekle ki yurtta sulh, bekle ki cihanda sulh..

Ne için var ulus-devletler? "Bizi" yani ulusumuzu korumak için. Daha da önemlisi malımızı, mülkümüzü ve en en önemlisi toprağımızı korumak için. Eh, iyi de en başta saldırganlığı biz yaratıyoruz, sonra bunu engellemek için kendi devletimizi güçlendiriyoruz. Çatışmayı ortadan kaldıracak birşey yapmak yasak. Sadece kendi kaleni, kendi ordunu, kendi silah gücünü arttır. Ta ki patlayana ve tekrar biriktirmeye başlayana kadar.

Ne yani, devlet olmazsa seni kim koruyacak? Ulusunu, toprağını, malvarlığını kim koruyacak?Kimse korumasın kardeşim, istemiyorum. Masum insanların hayatı pahasına korunuyorsa, benim canımın, benim malımın, benim toprağımın değeri nedir ki?

Daha ne diyebilirim, bilmiyorum..

16 Mayıs 2010 Pazar

trash humpers vesilesiyle anti-sanat (gibi bişey)

Anlaşılan o ki bu mesele de Lacan olmadan kapanmayacak..

Sanatta kabaca iki yaklaşımdan söz edebiliriz. Mimetik ve fantastik. Mimetik sanatta, sanatçıyla izleyici aynı dünyada yaşamaktadır, gündelik yaşamın rutinleri eserde kendine yer bulur. Bir bakıma önceden üretilmiş Sembolik Düzen (dil), eserde tekrar temsil edilmektedir. Fantastik'te ise, başka bir boyut vardır. Sanatçı, farklı bir yerden gelmekte, kimsenin aşina olmadığı bir dünyayı veya ilişkiler yumağını anlatmaktadır. Bir bakıma henüz o bilindik Sembolik Düzen'de temsil edilememiş (dile ait olmayan) bir takım unsurları (tabii bu unsurlar Lacancı Gerçek'te yer almaktadır), tanıdığımız, bildiğimiz Sembolik düzene dahil etmeye çabalamaktadır. Elbette bu iki yaklaşım birbirlerinden net bir çizgiyle ayrılmazlar, bu minvalde saf bir fantastik veya saf bir mimetik sanattan söz edemeyiz.

Anti-sanat dediğim şey de, bu fantastiğe, yani Gerçek'in temsiline yakın duruyor zaten. Ancak bunu kasıtlı olarak yapmıyor. Anti-sanat olan da zaten sanat formunu alıyor nihayetinde. O yüzden bilinçli bir şekilde sanat karşıtı bir akım var demek yerine, sanat anlayışı veya estetik kaygıları gütmeyen ve bu haliyle anti-sanat olan bir iki örnek üzerinden gitmek faydalı olacaktır.

Harmony Korine, filmleriyle, kelimelere dökülemeyecek hissiyatları izleyicisine aşılamaya çalışan yönetmenlerden biri. Trash Humpers ise bu tarz sinemanın doruk noktası olabilir. Öncelikle, anti-sanat akımındaki "found object" kavramına doğrudan bir atıf söz konusu. Yani planlı-programlı bir şekilde kurgulanmış bir eser yerine, rastgele, herhangi bir formu ya da bilinçli tercihi yansıtmayan bir nesne de "sanat" olarak değerlendirilebilir.

Filmde, bir yerde bulunmuş bir VHS kaset izliyoruz. Herşey rastgele, ve filmin geneline anarşik bir hava hakim. Kaset bazen ileriye geriye sarılıyor, bir olay örgüsü, kurgu veya hikaye söz konusu değil. Bir karakter analizi, duygusal çelişkiler, giriş-gelişme-sonuç bölümleri de hak getire. Konuşulanların ve yapılanların çoğu anlamsız, hatta, tabiri caizse, "çocukların ruhsal ve bedensel gelişimlerine, Türk aile yapısına, örf, adet ve geleneklerine aykırı!". Öyleyse bu filmi çekici ve hatta unutulmaz kılan nedir?

Rutin bir nesneyi veya eylemi "kendi içeriğinin dışarısına" çıkarmak (out of context) da bu tarz sanatın, ve tabii Harmony Korine sinemasının, bir parçası.

Örneğin pancake üzerine bulaşık sabunun boca edildiği ve bunun iki adama yedirildiği bir sahne var. Bu sahne, Korine'in önceki filmlerinden Gummo'da yer alan "şampuan ve makarna" sahnesini hatırlatıyor. Şampuanı veya bulaşık sabununu "görevi" veya "context"i dışında kullanmak, Sembolik düzeni bir yerinden yırtıyor ve bizde açıklaması epeyce güç bir hissiyat veriyor, bir yerde boşluğa düşürüyor. Bu hissiyatın içinde tiksinti de muhakkak var. Gerçek, özünde tiksinç birşey ve bu tiksintiyi doğrudan deneyimlemek yerine, onun etrafında bir sembolik düzen oluşturuyoruz ve böylece onu kendimizden uzak tutuyoruz.

Benzer bir çabayı Lars Von Trier'in Antichrist'ında da görmek mümkün. Doğanın, ölümün ve cinselliğin "Gerçeği" yüzümüze çarpıyor, o karanlığı ve acıyı-cinsellik ve ölümün içiçe geçtiği kör noktayı tarif edebilecek kelimelere vakıf olamıyoruz hiçbir zaman. Yalnızca tedirginlik duyuyoruz, kafamızı çeviriyoruz, dişlerimizi kenetliyoruz ve bir an önce bitsin istiyoruz. Bu filmle yapılan, bütün o kaosu, çelişkileri, vıcık vıcıklığı, kışkırtıcılığı içinde Gerçek'e bir göz atmaktır. Bu ne kadar estetize edilirse edilsin, midemizde birşeylerin burkulmasına yol açacağı garantidir.

Bu Gerçek'in üzerimizdeki etkisinin kaynağı nedir? Niçin illa negatif bir algı uyandırır? Benliğimizin en derinlerinde saklamaya uğraştığımız şeyle mi gözgöze geliyoruz? Yoksa bu eserler tamamen dışsal saldırılardan, kurnaz ve gaddar yönetmenlerin sınırları zorlama egzersizlerinden mı ibaret?

Nihayetinde bu örneklerdeki yaklaşımı, son derece özgürleştirici, ve özgürleştirirken de parçalayıcı, yok edici bir duruş olarak adlandırmak mümkün. Özgürleştirici, çünkü sanatı ve hatta bütün dünyayı ezberlenmiş kalıplar, kurallar, estetik anlayışı, uzay-zaman örgüsünün dışında tasavvur etmenin yollarını sunuyor. Yok edici, çünkü bu tarzla karşılaştığımızda artık hiçbirşey eskisi gibi olmuyor, yani sembolik düzenin kendisi değişiyor. Bu tarz filmleri izledikten sonra "bir film izledim" demek yerine, "bir deneyim yaşadım" cümlesini kullanmak sanırım daha uygun. Yeni birşeyler arayan sinemaseverlere tavsiyemdir.

devletini seven sol

Klişe bir başlangıç olacak ama, bazen bir resim gerçekten de bin kelimeye bedel olabiliyor. Resimde aynı tişörtte Deniz Baykal'ı ve Deniz Gezmiş'i görüyoruz-altta yazansa "Sevdalandık Deniz'lere". Ortadaki arkadaş hiç değilse sol yumruğunu kaldırarak nispeten diğerlerinden daha doğru bir siyasi duruş sergilemiş diyip kendimizi avutmamız mümkün mü?

Şimdi bütün bu seks skandalı meselesine girmek istemiyorum, Baykal eleştirisi veya Deniz Gezmiş-Kemalizm çıkarsamaları yapmayı da istemiyorum. Beni esas düşündüren, devletini bu denli seven fakat yine de kendisine "sol" demekten vazgeçmeyen bir garip Türk solu anlayışı.

"İnadına Baykal, İnadına Sol" sloganını ele alalım. Buradaki inatlaşma, amaçlandığı şekilde sağ iktidara karşı değilde bizzat sol düşüncenin kendisine karşı yapılmakta gibi geliyor bana. Yoksa şu devleti; kurucu ideolojisi, halk egemenliğine karşı duran anayasası ve bütün ideolojik (veya baskıcı) araçlarıyla bu denli seven ve ne pahasına olursa savunan bir parti liderinin hala "sol"da yer aldığını savunmak, en hafifinden komiktir. Bir de üzerine bu lideri Deniz Gezmiş'le aynı kefeye koymak-daha ileri gidip blogumda küfüre yer vermek istemediğimden-terbiyesizliktir.

Sahi, ne yapmıştı Deniz Gezmiş? Mücadele etmişti, örgütlemişti-örgütlenmişti, nihayetinde eline silahı alıp dağa çıkmıştı, devletle, devletin bütün kuvvetleriyle çatışmaya girmişti. Neden? İnandığı ve uğruna can verip can almaya hazır olduğu bir "davası" vardı (bu size başka birilerini hatırlattı mı yahu, pardon). Sonrasında da bu çok sevilen, çok pohpohlanan, dış güçlere-irticacılara karşı mütemadiyen korunması gereken devlet mekanizması onu yakaladı, tek celsede idam etti.

Aynı devlet 1960 yılında bir daha geri gelmeyecek şekilde demokrasiyi rafa kaldırdı, yerine askeri vesayeti iyice bir tescilledi, sağlamlaştırdı. Bunu da bir başbakanı asarak yaptı. Hani sivil diktaya gitmekte olan (ama garip bir biçimde seçimleri ortadan kaldırmamış olan, yani bir dahaki seçimde iktidarı başkasına devredebilecek olan) bir başbakanı. Hani, bilemiyorum, bu da size başka birilerini falan hatırlatır mı?

Bu devlet, o devlet işte. Bişey değişmiş değil. Arada bir yaptığı müdahalelerle ve yerleştirdiği kurumlarla halk üzerindeki gücünü kuvvetlendirdi(1960, 1972, 1980, 1997). Kuruluşta bile bulunmayan Anayasa Mahkemesi, YÖK gibi kurumlar bu müdahalelerle iktidar alanının en tepesine oturuverdi. Dediğim gibi, bu devlet, o devlet. Ama bu sol, o sol mu? Gezmiş'lerin Kemalizmden etkilenmiş olması-olmamasını tartışmak şu anki konu değil. Ama görünen o ki en azından "devletle bir meselesi olan" bir sol vardı bu ülkede, evvel zaman içinde. "Kurumları yıpratmamak" gibi söylemler yoktu. "Herkesle konuşulsun, uzlaşılsın" gibi dertler yoktu. Bir parti başkanı istifa etti diye açlık grevine başlayanlar-hiç yoktu.

Bu denli yıpranmış, düpedüz ideolojik angajmanlarla hareket eden bir yüksek yargıyı bir nebze olsun çok sesliliğe doğru itmektense, "aman allah, bağımsız yargı elden gidiyor" nidalarıyla korumaya kalkışan zihniyet, solun neresinde? Bu burjuva devletinin-üstelik hiçbir döneminde işçiye nefes aldırmamış, taleplerine kulak asmamış ve her fırsatta kafasına yumruğu geçirmiş olan-bu devlet mekanizmasının devamlılığını istemek, solun neresinde? Egemenliği hiçbir zaman kayıtsız şartsız millete teslim etmemiş bir devleti çeşitli mitlerle, güya antiemperyalist jargonla yüceltmeye çalışmak, solun neresinde?

Ciddi söylüyorum; ideolojik farklılıkları, toplumdaki çelişkilerde neye öncelik verileceği davasını, demokrasi araç mı amaç mı tartışmalarını falan geçtim yahu, şu devletin kurumlarıyla-araçlarıyla bir şekilde meseleniz olsun! TSK ile, Emniyet ile, Danıştay-Yargıtay-Anayasa Mahkemesi ile, YÖK ile, Milli Eğitim ile, bu eciş bücüş milli güvenlik devletiyle bir meseleniz olsun! Ama yok, onyıllardır eleştiri oklarının hedefinde hep TBMM var, dolayısıyla hep halkın temsilcileri var. İki gram demokrasimizin iki büklüm vekilleri. Sahici toplumsal taleplere dayalı bir siyaset yapmalarına izin verilmediğinden, siyaseti bir rant dağıtımına indirgemiş onlarca koalisyon. Bugünse öyle bir ilüzyon var ki, sistem çok güzel kurulmuş da, ah bir de güzel yönetilebilse (haydi Baykal!) ülke düze çıkacak, herkes özgürce yaşayacak!

Fakat ben yine de bu ucube zihniyetlere karşı sağlam bir tavrın oluşmakta olduğunu düşünüyorum. Ve aksi yöndeki bütün çabalara rağmen bu devletin yavaş yavaş daha düzgün bir devlete dönüşmeye başladığını hissediyorum. O yüzden umutluyum. Şunu da ekleyeyim: bütün liboşluk-tarafçılık-light solculuk eleştirilerine rağmen kendimi bir şekilde solla ilintili görüyorum. Ve dünyanın her yerinde "sol"un görevinin, devletleri değişime, insancıllaşmaya, iktidarsızlaşmaya zorlamak olduğunu düşünüyorum. Sonrasına beraber karar veririz.


2 Mayıs 2010 Pazar

siyasetsiz siyaset ve 1 mayıs

En güzeli 1 Mayıs'a gitmeyip kıl kıl yorumlar yapmak ve retorik sorular sormaktır bence! Haydi başlayayım..

Taksim meydanındaki heykele asılan pankartlardan biri "AKP vermedi, şehitlerimizle kazandık" gibi bir cümle içeriyordu. Böylesine enternasyonel bir güne ve sol jargona pek de yakışıyor diyebiliriz. Veya Shakespeare olsa "the lady doth protest too much" diyebilirdi. Olası bir BBP, MHP mitinginde falan da benzer bir söylemle karşılaşmamız mümkün elbet.

Bir TV programında sendika başkanları, yazarlar konuşuyor. "İşçi sınıfı emperyalizme, küresel sermayenin oyunlarına karşı tavrını ortaya koymuştur" diyorlar. Belki gidemediğim için kaçırdım ama, sahiden bu tavrın ortaya konduğunu nasıl anlayabiliriz? Belki de son yılların en "heterojen" bayramından, böylesine tek sesli bir tavır yükselmiş olabilir mi? O meydanlarda toplanan kalabalıktan, mesela, kaç kişi AKP seçmenidir? Sıfır diyebilene plaket vermek isterim.

Yekpare bir işçi sınıfı olduğunu varsaymak, bu sınıfın da yekpare bir siyasi tavır ortaya koyduğunu zannetmek, hep yapılan hata bu değil mi zaten? Meydanlara çıkmayan, slogan atmayan, pankart taşımayan yüzbinlerce işçiyi ne yapmalı diye düşünen var mı? Bahsedilen sınıfta onların da yeri var mı? Peki onların siyasi tavrı nedir? Onlar için iş işten geçti mi diyeceğiz, işbirlikçi mi diyeceğiz, yoksa emperyalist gericiler mi diyeceğiz? Gülmeyin, işçileri "ilerici olanlar-gerici olanlar" diye ayıran soL (!) dergi yazarları da gördük. Tabii yekpare işçi sınıfı olduğunu düşünenler, AKP'ye de kısaca burjuva partisi diyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar. AKP'ye oy veren işçiler ne olacak? Burjuva özentisi diyip geçelim kolayından..İşimize gelince "işçi sınıfı ayaklanıyor, sosyalizme yürüyor, bilinçli ve kolektif bir hareket" vesaire, gelmeyince "eğitimsiz kitleler-gericiler". Oluyor mu böyle?

İşçi romantizmi bu ülkede hiç sona ermeyecek sanırım, ben kendimi bildim bileli bir hareketlenme var, işçiler ayaklanıyor, sosyalizme yürüyoruz vb. Saygısızlık etmek için yazmıyorum bunları, elbette emek mücadelesi, sendikalaşma, örgütlenme çok çok önemli, fakat biraz sahici bakmakta ve gerçek anlamıyla "siyaset" yapmakta fayda var. Topluma dokunmadan, sahiden işçiyle konuşmadan, kendiliğinden herşeyin "yolunda" ve "ilerlemekte" olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Bir yüzleşme-tanışma yaşanması gerekiyor, özellikle de kendilerini işçilerin "sözcüsü" olarak görenlerle işçiler arasında. Nasıl olacak bu "geçiş"? İdealize edilmiş işçiden gerçek işçiye geçiş nasıl olacak?

1 Mayıs posterine "AKP'YE HAYIR" yazan bir komünist partiyi ele alalım. Burada sahici bir siyaset var mıdır? Varsa bu "sol" bir siyaset midir? İşçileri "hayır" altında birleştirmek mi daha olasıdır yoksa "evet" altında mı? Ben kendi adıma konuşayım, "DAHA FAZLA ÖZGÜRLÜK" temalı bir pankartı, "BİLMEMNEYE HAYIR" gibi kestirme bir slogandan çok daha kapsayıcı ve yapıcı buluyorum. Hangi yaklaşım daha olumlu karşılanır? Ya şu slogana ne demeli; "Azınlık sefahat, çoğunluk sefalet içinde". Hayır, Sözcü gazetesinin 8738465. kez attığı bir manşeti tekrarlamıyorum, aynı partinin bir başka 1 mayıs afişinde yazıyor bu.

İnsanlık tarihinde azınlığın sefahat, çoğunluğun sefalet içinde olmadığı bir dönem yaşanmış mı acaba? Siyaseti buna indirgediğinizde, %1'in altında oy oranı kaçınılmaz elbette. Sahici, somut talepleri olan işçiler var. Bu işçiler neden örneğini verdiğim ve işçiden yana müthiş savunucu bir tutum alan partiye oy vermiyorlar da, diğer kitle partilerini tercih ediyorlar? Acaba başka siyasi talepleri de mi hesaba katmak gerekiyor? Mesela türbanı, mesela kürt sorununu, mesela derin devleti ve darbe teşebbüslerini, mesela azınlıkları..Acaba AB üyeliğini "emperyalizm oyunu" olarak görmekten ziyade daha derinlemesine bir analize mi ihtiyaç var? Emperyalist ülkelerde yaşayan işçiler neden bizim ülkemizdeki işçilere kıyasla daha iyi bir yaşam standardına sahipler? Yeterince anti-kapitalist olamadıkları için mi? En has komünistler bizim topraklarda mı yaşar?

Bu konulara değinmeden yapılacak bir siyaset, toplumda karşılığını bulamayacaktır. Sevseniz de, sevmeseniz de ülkenin gündemi bu, ve emek-sermaye çelişkisi günümüz toplumlarındaki tek gerçek çelişki değil; çelişkilerden yalnızca biri. AKP'ye karşı olmak elbette güzel, hepimiz karşı olalım, ama siyasetimiz bu karşıtlıktan ibaret olacaksa meydanlara falan hiç çıkmasak da olur. Sokaktan rastgele birini çevirseniz de size "AKP'ye karşıyım, çok karıştırdılar" falan gibi bir demeç verebilir. Ama yarın seçim olsun, yine AKP'nin oy oranı en az %40. Şimdi aynanın karşısına geçin, parmağınızı sakın işçilere veya "eğitimsiz" addettiğiniz kitlelere doğrultmayın ve kendinize sorun: "Neden?"

Sevinçli, coşkulu ve umutlu geçen bir bayramdan sonra, belki de sinir bozucu, kıl edici hatta saygısızca bir yazı yazdığımın farkındayım. Amacım işçilerin mücadelesine, bayramına gölge düşürmek değil, ama hemen hemen her yerde kendini siyaset olarak sunan siyasetsizliği-kendini muhalefet olarak sunan muhalefetsizliği-biraz olsun ifşa etmek. Bütün işçilerin bayramı kutlu olsun!