28 Ağustos 2009 Cuma

"Sevr'den BOP'a Türkiye" ya da anti-emperyalist potbori

Bu videoyu daha önce de izlemiştim, bu sabah tekrar inbox'umda görünce şöyle bi değineyim dedim. Sonra bir baktım kocaman yazı olmuş. Biraz dağınık oldu ama, idare ediverin artık.

Öncelikle bu video bir "belgesel" olma iddiasındaysa, kullanılan teknik çok yanlış. Dünya liderlerinin görüntülerinin arkasına heyecanlı müzikler koyup "bakın yine ne çeviriyolar" havası vermek, epey ucuz bir numara. Bu haliyle bir belgeselden çok propaganda filmi gibi duruyor.

Tarihte de sosyolojide de kesin ahlaki hükümler vermek, aslında biraz ahlaksızcadır. Bilgiye haiz olunabilir, ama yargılamak farklı birşeydir. Çünkü yargılarken, kendini de yargıladığın kesimden yukarıda bir yerde konumlarsın. Özellikle de özcü, ötekileştirilmiş ve hatta canavarlaştırılmış bir "Batı" üzerinden analiz yapmak, dahası, bu "öteki" analizi üzerinden bir kimlik kurmak, günümüzde yaşadığımız onca sorunun çözümü değil, belki de kaynağıdır. Yürürlüğe bile girmemiş bir anlaşmanın travmasını yaşayan ve onu canlı tutmaya çalışan bu zihniyet, sınırların gerçekten kalktığı, ulus-devlet anlayışının hiç değilse teoride bile olsa dönüşmeye başladığı bir dünyada bize daha ne kadar faydalı olabilir? Ben ve Öteki kavramlarını birazcık olsun değiştirmeye uğraşıp, karşılıklı diyaloğun, "bendeki öteki" veya "ötekideki ben" gibi kavramların önünü açmamız daha barışçıl bir dünyada yaşamamızın anahtarı değil midir? (merhaba sayın kalaycıoğlu!=))

Neyse, "belgesele" döneyim. 1918'de bir harita gösteriliyo, sonra pat diye 90lara geliyo. Bu, ciddi bir bağlantı mı, yoksa apaçık çarpıtma mı? Mesela 30'lu ve 40'lı yıllardaki Almanya ile bugünkü Almanya bir mi? Eminim o zaman da ne haritalar çizilmiştir. Bugün de aynı zihniyet sürüyor mu Almanyada? Yoksa biraz değişmiş olabilirler mi? İşte bu, bütün Batı'yı "değişmez bir bütün ve öcü olarak" gören zihniyetin ufak bir yansıması yalnızca.

Burada "Amerika zulmetmemiştir" diye bir savım yok elbette. Ama başka ülkelerin zulümlerini eleştirmeye ve onları 100 yıllık gizli emellerle suçlamaya başlamadan önce, yani kısacası bütün "dünya düzeni"ni emperyalist bir şablona indirgemeden önce, biraz da "türkiye düzeni"ne, bizim devletimizin 100 yıllık suçlarına ve emellerine bakmamız, ahlaken daha doğru olmaz mı? Hani "herkes kendi kapısının önünü süpürse" demek gibi. Ermeni tehciri, 6-7 eylül olayları, mübadeleler, yasaklar, Takrir-i Sükun kanunu, istiklal mahkemeleri, askeri darbeler, yargısız infazlar, işkenceler, derin devlet eylemleri, katliamlar, kapatılan yüzlerce sendika-gazete-sivil toplum örgütü-siyasi parti..bunların hepsini emperyalist ülkeler mi yapmış acaba? ülkemizin bugün içinde bulunduğu durum, şu yukarıdaki olayların bir sonucu değil midir aynı zamanda?

Örneğin "topraklarımızı paylaşıyorlar" yaygarası. 1. Dünya Savaşına durup dururken giren biziz. Osmanlı ve Almanya kazansaydı, toprak paylaşımı yapılmayacak mıydı? Yüzlerce yıldır yaptığımız fetihler, emperyalizmden sayılmıyor muydu? Bizim de ülke olarak gözümüze kestirdiğimiz topraklar, ganimetler yok muydu? "Musulu da alsaydık keşke" diye hayıflanmamızın nedeni, orada yaşayan Türkmenler midir, yoksa petrol rezervleri mi? Kıbrıs'ta çözümsüzlük üzerinde diretmemizin nedeni orada yaşayan Türkler mi, yoksa "stratejik konum" mu? İçimizdeki emperyalisti öldürebildik mi de dışardakilere çatıyoruz?

Savaş kazanıldığında, kazanan taraf yenilene çok ağır şartlar içeren anlaşmalar sunar. Yürürlüğe dahi girmeyen ve Yunanistan dışında hiçbir ülkenin imzalamadığı Sevr'in özelliği nedir gerçekten merak ediyorum. Neden özellikle bu anlaşma "öcü Batı"nın bütün kirli emellerini ortaya koyuyor da, sözgelimi Lozan aynı şekilde okunamıyor? Hoş, kurucu anlaşmamız dediğimiz Lozan'ın bile birçok ilkesini ihlal ettiğimiz de ortada, ama biz emperyalistlerden bahsedelim yine de. Unutmadan, belgeselde "Batı sevr'i yeniden kurmak istiyor" şeklindeki güzide ifadesine yer verilen Demirel, ne ölçüde güvenilir bir siyasetçidir? Bu ülkeye verdiği zararlar saymakla biter mi?

Açık toplum ve soros'a gelelim. Veya avrupadan maaş alan vakıflar. Bugün biliyoruz ki, AB'den en fazla fon alan kurumların başında TSK geliyor. Üstelik bu paraların tam olarak neye harcandığını bilme hakkımız da yok. Napıcaz şimdi? Açık toplum enstitüsüyle ilgili komplolara cevap veren bir yazı için bkz: http://www.bianet.org/bianet/bianet/106202-soros-uzerine-komplo-teorileri-ve-acik-toplum-enstitusu

Belgeselde (ve aslında ulusalcı argümanlarda) sık rastlanan bir başka çifte standart da şöyle gelişiyor: "Bizim" topraklarımızda yeni devlet kurmaya çalışan halklar "isyan" ediyor. Başka ülkelerde yeni devlet kurmaya kalkan halklar "özgürlük mücadelesi" veriyor. Bizim kurtuluş savaşımız ve sonrasındaki gelişmeler de aslında devlete isyan değil miydi? Öyleyse hangisi isyandır, hangisi özgürlük mücadelesidir? Bunun kriteri nedir? Hangisi kışkırtılmıştır, hangisi kendiliğinden gelişmiştir? Mesela kurtuluş savaşında rusya bize silah yollamıştı. O zaman kurtuluş savaşı, Rusların yardım ettiği bir Anadolu isyanı olarak da okunabiliyor mu? Yoksa burada emperyalizm dışında başka mekanizmalar da mı işlemektedir? Mesela halkların kendi kaderini tayin etmesi gibi bir ilkeden bahsedilebilir mi?Neden bahsedilmesin?

Yine belgeselin bi noktasında 1900'lerin başlarında Avrupada, Osmanlıya karşı ırkçı yayınlar gösteriliyor. Tıpkısının aynısını, birçok benzer örneğini bizim ülkemizde de bulmak hiç zor değil. Bugüne baktığımızda da iki tarafın marjinallerinde bu söylemlere rastlamak mümkün. Tam tersi düşünceler bulmak da mümkün, Türkiyenin AB üyeliğini destekleyen birçok aydın, politikacı, yazar vs. var avrupada. Tabii bu insanlar "öcü Batı" söylemine denk düşmedikleri için belgeselde yer almaya hak kazanamıyorlar.

Mesela "yeni bir kürdistan için yeni bir kürt kültürü" icad ediliyormuş Banu Avar'a göre. Bunu izleyen Kürtler eminim aşağılandıklarını hissetmişlerdir. Senelerce baskı altında, yasaklar altında canlı tutmaya çalıştıkları bütün bir kültürleri, emperyalist bir oyunmuş meğer! Bunu iddia etmek, artık çarpıtmanın da ötesinde, artniyetliliktir. Kaldı ki insan haklarını, demokrasiyi, çoğulculuğu sindirebilmiş olsaydık, bu unsurların ülkeye zarar vermek için kullanılmasının mümkün olamayacağını bilirdik. Aksine çoğulculuk, demokrasi ve insan haklarının gelişimi, ülkeyi bütünleşmeye ve huzura götürebilecek yegane unsurlardır.

Belgeselin sonlarına doğru "bütün bunlar olurken Türkiye fakirleşecek, ihracatı düşüp ithalatı artacak" diye bir cümle var. Bunun nesi doğru şimdi? 80'lerin başında 3-4 milyar dolar olan ihracat, bugün 120-130 milyara dayanmış durumda. 90'ların ortasında üç haneli enflasyon rakamlarında geziniyorduk, şimdi %8 çıkacak diye korkuyoruz. Türkiye ekonomisinin büyüdüğü apaçık ortada. Belki bu da Sevr planının bir parçasıdır..

Aslında daha önce sormamız gereken çok temel bir soru var: Batı medeniyeti, gelişimini tamamen sömürüye ve emperyalizme mi borçludur? Böyle kolay bir indirgemeye başvuracaksak, neden yaşam tarzı olarak batıya bu denli benzemeye çalışıyoruz? Bugün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan birçok icat Batı'da üretildi. Hem de işgücü veya hammadde sömürüsüyle falan değil, akıl gücüyle, bilimsel yöntemlerle, geceli gündüzlü çalışan bilimadamlarıyla. Cep telefonu, internet, buzdolabı, pantolon, televizyon, araba, tren, uçak..adamlar bu icatları yapmışlar ve bütün dünyanın kullanımına açmışlar. Bu icatların üretilmesinde en ufak bir emeğimiz geçmiş mi Türk halkı olarak? Hayır. Parası neyse verip, en doğal hakkımızmış gibi kullanıyoruz. Bu da bir çeşit sömürüdür işte (bu argümanın daha düzgün hali için bkz: sevan nişanyan-yanlış cumhuriyet). Sonra da, ironi bu ya, "batının emperyalist emelleri" diye tutturuyoruz, bunu bu kadar yaygın dile getirmemizi, birbirimize anti-Batı videolar yollamamızı bile Batı sağlamışken.

Dünyanın değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin "azınlık hakları" konusu 80 yıl öncekiyle aynı şekilde algılanmıyor günümüzde. Devletler artık "azınlıklara karışmayız" diyerek pasif kalmıyor, eşitliği sağlamak için pozitif ayrımcılığa kadar gidiyor. Ve biz azınlık haklarının geliştirilmesine dair anlaşmalara imza atıyoruz. AB'ye girmeye aday ülke olduğumuzu söylüyoruz. Bu noktada, Ruhban okulu sorununun, Kürt sorununun, Ermeni sorununun çözülmeye çalışılmasından doğal ne olabilir?

Bir başka çifte standart örneği: Almanyada yaşayan türkler, "bölücü unsur" olabilir mi? Orada Türkçeyle ilgili bir yasak geldiğinde biz buradan kıyametleri koparıyoruz. Almanya "içişlerimize karışıyorlaar, emperyalistleer" diye veryansın ediyor mu? Hayır. Ama kürtçeyi yasaklamayı da en doğal hakkımız olarak görüyoruz. Başka ülkelerdeki kürtler buna tepki gösterince de "kürdistan kuracaklar" diye paniğe kapılıyoruz.

Bu sorunların kökenine dönelim. Daha kuruluş yıllarında "sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" olduğumuzu iddia etmeseydik, acaba bu ülkenin tarihi farklı olabilir miydi? Bu ülke Kürdünün kendi kimliğiyle özgürce yaşamasına izin verseydi bir Kürt sorunu, terör sorunu yaşanmazdı. Bu ülke, kendi müslümanına sahip çıksaydı, ona önceden tanımlanmış bir moderniteyi dayatmak yerine, kendi modernliğini kurmasına izin verseydi "ılımlı islam" diye bir proje geliştirilemezdi. Bu ülke azınlıklarına sahip çıksaydı, azınlıklar bu ülkede yaşamaktan memnun olsaydı, şimdi emperyalist paranoyalara bu kadar kolay düşmezdik. Devlet sahip çıkmayınca, başkaları çıkıyor işte. Bu ilişki, lozanda bi komutanın lafıyla pat diye PKK'nın devreye girmesi arasında kurulan bağlantıdan biraz daha sağlam gibi duruyor bence. Kürt sorununun başlangıçta tamamen kültürel haklara dayalı bir sorun olduğunu görmemek için de kör olmak, ya da bu ülkenin aleyhine çalışıyor olmak gerekiyor, diye bir genelleme yapma hakkım var mı?

Kısacası Batı da Türkiye de değişmez, geçmişten bugüne hep aynı kalmış özcü varlıklar değiller. Ve bunca yıllık etkileşimden, savaşlardan, barışlardan, anlaşmalardan, ticaretten, göçlerden sonra "mutually exclusive" de değiller, yani biz Batının bir parçasıyız, batı da kaçınılmaz olarak bizim bir parçamız. Değişebiliriz ve hatta değişmek zorundayız. Hem AB'de hem de Türkiyede bir kimlik bunalımı yaşanıyor. Bu minvalde kırmızı çizgiler de, mavi çizgiler de değişebilir, daralabilir veya uzayabilir veya yeniden tanımlanabilir. Bu, tarihin ve toplumlarının kolektif momentumunun kaçınılmaz bir sonucudur. "Obsolete" hale gelen düzenler ve zihniyetler, değişmeye veya yok olmaya mecburdur.

18 Ağustos 2009 Salı

kazanımlarımız

Ah ah yine çok ihmal ettim blogu tatil ayağına. Neredeyse ayda bir yazar oldum. Halbuki yazılacak, düşünülecek, üretilecek ne kadar çok şey var.

Şu sıralar "Kürt açılımı" etrafında gelişen tartışmalar var elbette. Ancak ben bunun teorisine girmek istemiyorum şu anda, bunu zaten herkes konuşuyor ve anlatan çok da iyi anlatıyor.

Ben özellikle açılıma karşı çıkanların öne sürdüğü fantastik bir hikayeyi ele almak istiyorum. "Cumhuriyetin kazanımları" hikayesini. Çünkü, bu ülkede bişeyler değişecek olduğu zaman, bu değişimin karşısında duranların otomatikman yumurtlayıverdiği isim tamlaması bu. Fakat bu kazanımların içeriği üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi için ne zaman radikal, daha önce görülmemiş bir adım atılsa, "kazanım"ları kaybetme korkusu sarıyor yurdum muhalifini. Öyle ya, şu 80 yılda neler neler kazandık!

Şimşekleri üzerime çekmek pahasına soruyorum: cumhuriyetin kazanımları nedir? Şu an içinde bulunduğumuz "ahval ve şerait içinde dahi", hangi kazanımımızla gerçekten gurur duyabiliyoruz? "Evet, ülkemiz şu şu durumda ama hiç değilse şuyumuz var" diyebildiğimiz, gerçekten, ne var?

Belki farklı kesimler için farklı "kazanımlar" söz konusudur. Cumhuriyet, belli zümrelere belli avantajlar sağlamıştır elbette. Ama "cumhuriyetin kazanımları" deyince ben herkesin hemfikir olabileceği, bu ülkede yaşayan herkesin bir yerinden tutabileceği ortak bir ilke aklıma getirmeye çalışıyorum. Ve her nasılsa bulamıyorum. Bulursam, bu sefer bu ülkenin yaşandığı onca çalkantıyı, onca çatışmayı, onca kaosu nasıl açıklayabiliriz zaten? Sağ-sol çatışması, müslüman-gayrimüslim çatışması, alevi-sünni çatışması, dinci-laik çatışması ve liste uzayıp gider..Bütün bu çatışmaların en önemli nedeni, cumhuriyetin ortak bir zemin, hepimizin meşruiyetini kabul ettiğimiz müşterek bir platform, diğer bütün değişim ve devrimlerin üzerinde bir "kazanım" sağlayamaması değil midir? Bir "1000 yıllık kardeşlik" hikayesi var örneğin. Şu 1000 yıla bakalım, acaba son 100 yılda çatıştığı kadar çatışmış mı bu toprakların insanları birbirleriyle? Ne oldu da 1000 yıllık kardeşlik bozuldu, kardeşim? Bi batırıverin çuvaldızı devlete!

Şu kazanımların neler olabileceğine bakmak istiyorum, gerçekten. Diyanet işleri başkanlığının, zorunlu din derslerinin, devletten maaş alan imamların olduğu bir ülkede laiklik bir kazanım olabilmiş midir? Dahası, üniversteye gelen genç kızların kılığını kıyafetini denetime tabi tutan bir devlet, kendi rejimine ne ölçüde güvenmektedir?

Devlet yönetimi artık babadan oğula geçmiyor, halk kendi yöneticisini seçiyor dedik. İyi, güzel. Peki ya Özal'a kadar bütün cumhurbaşkanlarının "genelkurmaylıktan terfi ederek" gelmesi neyin nesiydi? Halkın, hem de yüksek oy oranlarıyla seçtiği milletvekillerinin darbelerle alaşağı edilmesi, bir başbakanın asılması, belki yüzlerce gazetenin, STK'nın, sendikanın darbe dönemlerinde kapatılması, halkın iradesi miydi?

Peki ya eşitlik? Şu Kürt meselesi etrafında tartışılanlara bakıyorum, kimisi böyle bir sorunun olmadığını, ülkede herkesin eşit derecede süründüğünü, ve geçmişte Kürt cumhurbaşkanımızın bile (muhtemelen Özal'ı kastediyorlar) olduğunu söylüyor. İyi de, bu ülkede siyasetçiler hiçbir zaman ciddiye alınmadılar, zaten bu ülkede siyasetçilere yalnızca gelirin (veya daha doğrusu rantın) paylaşımını organize etme görevi verildi. Dolayısıyla siyasetçilerimiz de yolsuzluklarla, aşırı gösterişli özel hayatlarıyla, yakınlarına sağladıkları ekonomik avantajlarla anılır oldular. Eh, bunu çok büyük bir kısmı haketti de.

Bu ülkede hakiki "siyaset" işini bürokrasi ve asker birlikte yürütmüştür. Bütün anayasalar darbe dönemlerinde yönetimi elinde tutan kesimin ürünüdür. Son yıllara kadar MGK da, Anayasa Mahkemesi de ülkenin yönetiminde TBMM'den çok daha fazla insiyatif sahibi olmuştur. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi boyunca "iktidar" aslında siyasette veya hükumetlerde değil, bürokraside ve TSK'da toplanmıştır.

Cumhuriyetin kazanımlarından biri "eşitlik" olabilir mi? Bunun için bir Kürt cumhurbaşkanı, ya da başbakan olabiliyor mu diye bakmak yersizdir, çünkü bu makamlar aslında "devletin 1 numarası" değildir. Esas şu soruyu cevaplamak lazım: bu ülkede Kürt bir genelkurmay başkanı düşünebiliyor musunuz? Veya Ermeni bir Anayasa mahkemesi başkanı? Veya MGK'da herhangi bir pozisyonda yer alabilecek bir Rum? Hadi genelkurmay başkanlığı en tepe diyelim, orgeneral düşünebiliyor musunuz? Cumhuriyet tarihinde böyle birşey görülmüş mü? Bu ülkenin gidişatına her daim askerler ve bürokrasi karar verdi. Ve o karar mercilerinde hiçbir zaman Kürtler, Rumlar, Ermeniler ve hatta Aleviler bile yer almadı. Yalnızca Sünni Türkler, (tabii din vurgusunu hafif kılmak şartıyla) bu iktidar pozisyonlarını işgal ettiler. Bu, size eşitlik ilkesi hakkında neler söylüyor?

Şimdi, bu "kazanım" tartışmalarında mutlaka ortaya atılan şu meşhur "Kadınlara seçme ve seçilme hakkı" mevzusuna gelelim. Bu, kuşkusuz çok önemli bir "açılım"dı. Ancak bununla bitti mi? Kadınlar üzerindeki baskı, kadınlara uygulanan iktidar, Osmanlı zamanındakinden çok mu farklı oldu? Evet, bir devrimin bütün iktidar mekanizmalarını bir anda değiştirmesini bekleyemeyiz, ancak bu büyük "modernleşme" atılımı sayesinde bütün "satıha" nüfuz etmiş ataerkil zihniyetin en azından yumuşaması gerekmez miydi? Halen kadının giyim kuşamına, dinine-ideolojisine, hangi tarihi figürü sevebilip hangisini sevemeyeceğine karışmayı vazife biliyoruz. Halen şiddet gören kadınlarımız için "mor çatı"lar açmamız gerekiyor, hem de yalnızca belli bir kesimde, belli sosyo-ekonomik şartlardaki kadınlar için değil, tüm kesimlerden kadınlar için. Tamam kadın milletvekillerimiz ve hatta bakanlarımız oldu, ama genel olarak, kadınlarımız bu ülkede yaşamaktan memnun mu? Türkiyede bir kadın olarak doğmak, iyi şans mı?

Ben bu "şans" kalıbını seviyorum. Örneğin bu ülkenin güneydoğusunda bir Kürt olarak dünyaya gelmek ister miydiniz? 1900'lü yılların başında anadoluda bir ermeni olarak yaşamış olmak ister miydiniz? Bu ülkede bir gayrimüslim olarak yaşamak bir ayrıcalık sayılabilir mi örneğin? Öyleyse kimi kazandık, neyi kazandık?

Daha sayılması gereken çok şey var esasen, azınlıklar hakkında, çocuklar hakkında, siyasi suçlular hakkında, cezaevleri hakkında, sağlık ve sosyal güvenlik kurumları, polis ve asker ve yargı ve..Herşey. Bu ülkede tepeden tırnağa herşeyin değişmesi için mücadele etmeyen bir muhalefete muhalefet demek mümkün değil. Burada antiparantez şunu da belirtmek istiyorum: AKP'nin bu ülkenin demokratlarında birazcık kredisi varsa, çok ufak ve önemsiz dahi olsa, ve hatta gerisi gelmemiş de olsa, daha önce söylenmemiş şeyleri söylemesi, iktidar sahiplerinin sorun olarak bile görmediği şeylere "sorun" adını ilk kez devlet katında vermesindendir. Ve aynı zamanda demokratların en ufak bir "açılım" ihtimalinde bu kadar heyecanlanması da, daha önce bunun sözünü dahi etmeyen, bir değişimin gerekli olduğunu dahi belirtmeyen hükumetlerden bıkıp usanmış olmasıdır.

Şimdi devletin ve ülkenin önündeki şu tabloya bakın; bu devletten beklediğini alamayan, hem geçmişte hem de bugün bizzat devlet tarafından mağdur edilen onbinlerce insanı düşünün ve samimiyetle cevap verin: Kazanımlar, gerçekten bunlar mıdır? Vaadedilen, veya bahsi geçen kazanımların hangisi ciddi manada uygulanmış ve halka maledilebilmiştir? Demokrasiye doğru evrilmek yerine, çürümüş bir devleti ve kurumlarını, çürümüş bir rejimin sözde kazanımlarını mı korumamız gerekiyor? Muhalefet partileri müthiş kazanımların olduğu bir ülkede mi yaşıyorlar gerçekten?

Bütün bunların üzerine gelecek argümanı çok iyi biliyorum. "Keşke Atatürk olmasaydı da görseydin bu ülkenin nasıl ilkellikten, sefaletten kırılacağını". Bu da elbette başka bir yazının konusu olacak. Kazanımlı günler dilerim.