30 Kasım 2009 Pazartesi

Marx'a neden hala ihtiyacımız var?

Şu "komünizm ütopya abi, olmaz o iş" söylemi artık canıma tak etti doğrusu. Marx'ı uçuk bir idealist, İnsan Özü'nün farkında olmayan bir nevi Polyanna olarak algılamak, ona yapılacak en büyük hakarettir bence. İşin çok fazla teorisine girmeden (çünkü acaip hakim olduğumu söyleyemem), genel prensiplerle bugün Marx'ın neden hala önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Bilenler bilir; kendimi marksist olarak tanımladığım pek söylenemez. Hatta kapitalist sistemin avantajlarına değindiğim de oldu. Komünizmin bir ütopya olduğu da doğru, ve hatta Marx'ın öngördüğü şekilde gerçekleşmeyeceğini de yavaş yavaş anlıyoruz.

Ancak bizim bugün ihtiyacımız olan şey, tam anlamıyla bir ütopya. Üstelik alışageldiğimiz kapitalist sistemin sınırları dışından tanımlanan bir ütopya. Bu, illa marksist bir ütopya olacak diye bir kaide yok. Yeter ki, kapitalizmin dışında dursun, kapitalizmin hastalıklarından muzdarip olmasın. Bu yeni dünya halinin adı önemli değil, o yüzden şimdiden "komünizm, anarşizm, sosyalizm" gibi bir ad vermeye gerek yok. Belki de bunların da ötesinde bir sistem kurmamız gerekiyor.

Aslına bakarsak, kapitalist sistem de kendisini saf haliyle bir ütopya olarak sunmuyor mu bize? Alternatifsiz ve tamamiyle özgür bir ütopya..Çünkü insan özüne, bencilliğe, güçlünün hayatta kalmasına dayanıyor. Bundan doğal ne olabilir? Hakettiğimiz gibi, birbirimizle rekabet ederek yaşıyoruz işte. Hayvanlar da böyle yapıyor. Değil mi?

Gelir dağılımı adaletsizliği, emeğin sömürülmesi, şok doktrinleri, mali krizler, işsizlik, artı-değerin dağılımı, ganimet paylaşımı-enerji kaynakları-sınırlar-toprak için yapılan bütün savaşlar..bunlar zaten bilindik zararlar ve dönüp dolaşıp yalnızca belli sınıfları etkiliyor. Bu çatışmaları yöneten sınıf, güllük gülistanlık yaşıyor, gibi. Öyle mi gerçekten?

Bugün en fakirimizden en zenginimize; kişiliğimizi tanımlamanın yolu, sahip olduğumuz eşyalardan ya da çalıştığımız işlerden geçiyor. Aynası iştir kişinin, bi nevi. Markalar, birer dine yakınsıyor. Patronlar, gün geçtikçe gaddarlaşıyor ve gaddarlığı iş dünyasının bir vazgeçilmezi olarak olumluyor, normalleştiriyorlar-ve dahası, çalışanlar da bunu kabullenmekte tereddüt etmiyor artık. Gündelik araç-gereçlerimiz yalnızca "modern" ihtiyaçlarımızı karşılamakla kalmıyor, sosyal statülerimizi de belirliyor. Burada bir çarpıklık yok mu? Burada sınıfların ve gelir dağılımının ötesinde, insani değerlerle, kim olduğumuzla ilgili bir yanlışlık yapılmamış mı?

Şimdi "insan özü bencildir, komünizme yanaşmaz" savına gelebiliriz. "Sahip olduğu" eşyalarla-veya zoraki (yalnızca para kazanmak için) çalıştığı işlerle tanımlanan insan özü, gerçek bir öz değildir. Olsa olsa sonradan, kapitalizm tarafından, kapitalizmin ihtiyacı için üretilmiştir. Bu özel üretilmiş insandan maksimum verim alabilirsiniz; kendisini tanımlaması için çalışması ve bişeylere sahip olması gerekecektir çünkü. Antropolojiyi, psikolojiyi, tıbbı, rehabilitasyonu, tarihi, iktisadi bilimleri, pozitif bilimleri, genetiği, yani her türlü "bilgi" ürününü, bu özü oluşturmak ve bu özü, bu sağlıksız sağlığı, bu bencil ekonomiyi bilimsel söylemler çerçevesinde "norm" haline getirmek için kullanabilirsiniz.

Tabii burada kilit sözcük "sahip olmak". Sahip olmayı hayatının ortasına koyan insan, elbette bencil olacaktır, elbette paylaşmaya, başkasının iyiliğini düşünmeye gerek görmeyecektir. Ama bu özü yeniden tanımlamak, ortadan kaldırmak ya da en azından dönüştürmek bizim elimizdedir. Ve bunu yapmazsak, korkarım tarih sahiden de bir tekerrürden ibaret olacak. Tekerrür etmesinden keyif duyacağımız bir tarihe sahip olduğumuzu söylemekse, epey zor.

Marx'ın en önemli ve "devrimci" söylemlerinden biri budur işte. İnsanın kendisini "bişeylerin sahibi" veya "birilerinin üstü" olarak görmeleri gerekmediğini söyledi(üstelik bunu söylediği zamanlar globalleşme, franchise'laşma gibi uzantılar henüz yoktu). Dolayısıyla bize kapitalizmin ve onun tarafından tanımlanmış insan özü'nün dışında durulabileceğini gösterdi. Ve bunu söylerken dil, din, ırk, ülke, cinsiyet gözetmedi, bütün insanlar ve bütün dünya için söyledi.

Yani Marx özelde kapitalizmi eleştirdi diye Marx değil bana kalırsa. Yerleşik sistemin kalıplarının, ve daha da önemlisi insan özü diye dayatılan kapitalist şahıs modelinin dışında düşünebildi ve böyle yaparak tarihin seyrini değiştirdi. Şimdiye kadar onun adına yapılan girişimler hüsranla sonuçlanmış olsa da, bu Marx'ın değerini azaltmaz; aksine onu daha iyi tanımamız, belki daha sıkı eleştirmemiz gerektiği anlamına gelir.

Blog yazılarımın olmazsa olmazı Zizek'ten bir alıntıyla bitireyim: "The future will either be utopian, or there won't be any future.".

24 Kasım 2009 Salı

sivilleşiyor muyuz ne?

Son iki haftadır yaşananlar insanı şaşkına çeviriyor. Burası gerçekten de yarın uyandığınızda ne olacağını bilemediğiniz bir ülke. Çat diye AB'ye girebiliriz, demokratikleşebiliriz, bir anda asker kapımızı çalabilir, hükümet bizzat diktaya yönelebilir..herşey karmakarışık.

Hoş, geçmişte de karmakarışıktı diyeceksiniz. Sanırım öyleydi, ama bir farkla: bugün herkes konuşabiliyor. Sanırım yavaş yavaş sivilleşen ve sesini çıkartan bir toplum haline gelebiliyoruz. 301'leri, faili meçhulleri, sansürlü yılları geride bırakıyoruz. Tabular, kırmızı çizgiler, kutsallaştırılmış resmi ideoloji ve tarih açık açık tartışılmaya başlandı. Artık en kemalist, en asker-yanlısı gazetecilerin-milletvekillerinin-kanaat önderlerinin-hatta askerlerin bile görmezden gelemediği ve belki de ilk defa bu kesimleri özeleştiri yapmaya zorlayan bir momentumu var toplumun.

İşte Onur Öymen'in Dersim ayıbına karşı 300 CHP'linin istifası. Bundan daha sevindirici bir haber olabilir mi? CHP'den bile insana ümit veren bir hareket-bir söylem yükselebiliyor işte. Ha gayret!

Ve 25 kasımda olağanüstü bir toplu grev planlanıyor. Umarım Başbakanın aba altından sopa göstermesine aldırmadan yüzbinlerce işçi ve memur sokaklara dökülecek ve "hayat" duracak. Onlara insan gibi yaşam koşulları sağlamadan bu "hayatın" ilerleyemeyeceğinin farkına varması gereken çok kodaman var bu ülkede. Bu noktadan sonra hem iktidar hem de muhalefet kendine bir çekidüzen vermek zorunda kalacak gibime geliyor. Çünkü artık insanların sesi çıkmaya başladı, ha gayret!

Devletine ya da patronuna, müdürüne, komutanlarına, vekillerine boyun eğen milyonlarca insandan ibaret bir toplum, AB'ye girse ne olur, gayrisafi milli hasıla milyar dolarlara ulaşsa ne olur..Bunun farkına varmaya başlıyoruz bana kalırsa ve bu sayede 12 eylül'ün kabuğu artık onarılamayacak bir biçimde çatladı. Bu noktadan geriye dönüş imkansız. Ama halen bir belirsizlik, bir güvensizlik var, o yüzden sürecin "kesintiye" uğraması da söz konusu olabilir.

Herkesin takkesi düşüyor ve toplum; biraz kendi kelliğine şaşırırken, devletin korkunç bir aymazlık ve soğuk bir profesyonellikle senelerdir uyguladığı zulme isyan ediyor. Artık sadece kahve köşelerinde değil, meclis oturumlarında da Dersim katliamı, OHAL, zorunlu göç, yakılan köyler ve daha nice faşizan uygulama dile getiriliyor.

İlk kez, bu ülkede başka darbe olmasın diye, darbe girişimlerine karşı, derin devlete, çetelere, cuntalara karşı yürüyüşler yapılıyor. Usulsüz dinlemelere karşı protestolar düzenleniyor. Kürt açılımına karşı da yürüyüşler düzenleniyor. Düzenlensin, hepsi yapılsın ve ortaya dökülsün. Burada yürüyüşlerin ideolojik angajmanı benim için ikinci planda-insanlar sokağa insin ve derdini herkese duyursun. Bu "dertlerde" samimiyet sorgulaması yapmak olmamalı şu an önceliğimiz (tabii şiddete meyledenlerden bahsetmiyorum). Sokağa inen herkese bir söz hakkı verilmeli. Bir hesaplaşma, bir yüzleşme olacaksa, bu; sembolik kişi ve kurumlar arasında değil, sivil toplum platformunda-sokakta-karşı karşıya olmalı. Başka türlü tanışmak, ve karşındakini anlamak, ya da öteki'nin çarpıtılmamış sesini duymak mümkün değil.

Bunca yıldır evlerimizde kapalı kalmak-düşündüğümüzü söyleyememek-söylediğimizde başımıza gelebileceklerden korkmak bizleri köreltti. Kokuştuk, ve ürkek bir toplum olduk. Kulaklarımızı tıkadık. Merkez medyadan gözucumuza sızan haberlerse biz'e benzemeyen herkesin iç veya dış "mihrak" olduğunu salık veriyordu. Elimizde öteki'ne dair hiçbir veri olmadığından, ve dahası bir veri alma zahmetine giremeyecek kadar kendimizden-ideolojimizden-tarihimizden-haklılığımızdan emin olduğumuzdan, içimizdeki bu düşmanlığı büyüttük. Tabi bu ısrarcı sağırlığımız-bu seçilmiş cehaletimiz sayesinde "öteki tarafta" da sabırlar iyice zorlandı.

Bunca yıl bu devletin zulmü nasıl da konuşulmamış, nasıl da ülkenin doğusu batısından bu denli kopmuş, nasıl da birbirimizin acısından, mutluluğundan, zenginliğinden, fakirliğinden bihaber yaşamışız..Sokakları devlete terk etmişiz işte, bu tabloda bizim de payımız çok! Artık "yıpratmamaya özen göstermemiz gereken kurumlar" konuşmasın ya da davranmasın bu halk adına. "Ulusal çıkarlar" karargahlarda değil, sokaklarda, miting alanlarında, panellerde, grevlerde, gösterilerde belirlensin. Varsın hayat bir günlüğüne, ya da birkaç günlüğüne dursun. Varsın, biraz daha para kaybedelim. Yeter ki konuşmaya, tanışmaya, toplum olmaya başlayalım.

Ha gayret!

9 Kasım 2009 Pazartesi

mağduriyet müzesi

Bazen kendimi yersiz-yurtsuz hissediyorum.

Mesela yabancı biri TC'yi eleştirdiğinde, ister istemez savunmaya geçiyorum, "ama fransada böyle oldu, almanyada şöyle oldu" diyorum. Başka bir yerde TC'yi eleştirirsem bu sefer türk arkadaşlarım, ya da akrabalarım "fransada böyle, almanyada şöyle oldu" diyor. Acaba kendi suçlarımızı başkalarının suçlarıyla örtmeye çalışmak biraz boşuna mı? Bu milliyetçi çarpıtmayı hepimiz kullanıyor muyuz? Kimden kaçıyoruz? Neyi saklıyoruz?

Bir ulus nasıl oluşturulur? Bir ulus-devlet nasıl kurulur? Bu kurma aşamasında neler yaşanmıştır? Bunlar sonradan nasıl hasıraltı edilmiştir? Acaba bizim kimliğimize devlet çok mu bulaşmış? Devleti parlattıkça, kendimizi de parlattığımızı mı düşünüyoruz? Ve devletimizi eleştirenler, gıyabımızda bizi de mi eleştiriyor?

Hiçbir ülke göremiyorum ki vatandaşları eşit ve özgür yaşayagelmiş olsun. Ne küba, ne venezuela, ne abd, ne ab, ne çin, ne japonya, ne de türkiye.. Bütün ülkeler, kendi çıkarları ve mevcudiyetleri uğruna binlerce, belki milyonlarca insana her türlü zulmü reva görmüş. Bu kuralı bozabilecek bir istisna dahi yok. Devletler, adeta çeşit çeşit mağduriyetin (pogrom, soykırım, sosyal adaletsizlik, işkence, sürgün, mübadele, savaş) sergilendiği birer müze haline gelmişler. Dahası, tamamen keyfi, tamamen savaşlara dayalı sınırlar çizerek evrenselliği, tanışmayı, kaynaşmayı imkansız hale getirmişler. Böyle olunca ben de kendimi hiçbir ülkeye ait hissedemiyorum. Sadece toprağa ait hissediyorum. Sahiden, tarihte adil bir devlet olmuş mu? Belki de adil devlet, yalnızca bir oxymoron.

Ama bu kadar ağlamak yeter..Çözüm nedir? Devletin tasfiyesi mi? Devlete savaş açmak mı? Bütün kurumları reddetmek mi? İnzivaya çekilmek mi?

Peki devleti, ulusçuluğu, kapitalizmi, (hadi klasik solcuları da kırmayayım) emperyalizmi insandan bağımsız entity'ler şeklinde düşünerek onlarla mücadele etmek mümkün mü? İnsanların kontrol etmediği, ve tam tersine artık onları kontrol eden bir mega-sistem mi sözkonusu? Yoksa kapitalizmle savaşmak için, onu yürüten ve ilerleten herkesle savaşmamız mı gerekiyor?

Bu soruya verilecek klasik cevap elbette bir devrim. Ve nihayetinde anarşizm veya komünizm. Merak etmeyin "denendi ama olmadı abicim, geçti o devir" tadında klişe serzenişlerde bulunmayacağım. Elimizde hiç değilse bir prensip var (eşitlik ve adalet(hukuk değil, adalet!)), bunu yeniden üretmek, günümüze uyarlamak, farklı versiyonlarını üretmek mümkündür her zaman. Kapitalizmin yol açtığı mağduriyetle, komünizme gitmeye çalışan devletlerin yol açtığı mağduriyeti de kıyaslamayacağım. Apaçık ortada ki, rejimler üstü, ideolojiler üstü bir yanlışlık var ortada. Onu gidermeden, hangi yolu tutturursak tutturalım, adil ve eşit olmak mümkün olamayacak.

Peki bu yanlışlığın adını koymak mümkün mü? Genetiğimize kadar işlemiş bir iktidar mı?Bir bilgi hiyerarşisi mi? Üretim süreçlerinin dikte ettiği sınıflaşma mı? Hiçbir zaman eşit olamayacağımızı kendi kendimize çoktan itiraf etmiş olmamız mı? Böyle bir adımı atmamızı engelleyen bir "insan özü" gerçekten var mı, yoksa bu da bizi kaderimize razı etmek için inşa edilmiş bir öz mü?

Peki, son raddede bize gereken nedir? Yeni bir yol mu, iktidarı dışlayan bir düzen mi? Barışçı bir yol mu? Bu da dünya tarihi gözönüne alındığında çok naif bir girişim olur..

Öyleyse napalım? Şimdilik bilmiyorum. Elimde "şunu şunu yaparsak kurtuluruz" şeklinde sihirli bir formül yok. Ama en azından düşünmeye başlamamız, ya da düşünmeye başlamamız gerektiğinin farkına varmamız bile önemli sanırım.

Bu minvalde herkese 3 Aralıkta Boğaziçi Üniverstesindeki Slavoj Zizek konferansına katılmayı öneriyorum!