26 Ocak 2010 Salı

bahane üretim merkezi

Hepimizin birer ajandası var. Bu ajandada nasıl mutlu olacağımıza, işlerin nasıl gitmesi gerektiğine dair bir takım planlar ve programlar mevcut. Tabii bir de bazı şeyleri yapmaktan kaçınmak için öne süreceğimiz yüzlerce sebep var; bunlara topluca bahaneler diyebiliriz. Ve ajandalarımızın büyük bir kısmını nedense bu bahaneler kaplamaktadır.

Ajandalar sadece bireysel değil, toplumsal da olabilirler. Ve her toplumun belleğinde belli başarısızlıklar veya yetersizlikler için özel olarak üretilmiş bahaneler bulunur. Bu bahaneler elbette artık dilimize yerleşmiştir ve zor durumda kaldığımızda otomatik olarak, biz daha onları düşünmeden ağzımızdan fırlayıverirler. Bu sebeple bahaneler rahatlatıcıdır, her durumda kullanılabilirler ve üzerinde düşünmeye gerek yoktur. İkna edicidir. Bir başarısızlığın veya yetersizliğin nedenini, hiçbir faile gerek kalmadan bir bütün olarak açıklama yetisine sahiptir.

Bir bahane bizim aklımıza nasıl yatıyorsa, karşımızdaki insanların da aklına öyle güzelcene yatacaktır elbet!Sahi, bahaneler de olmasa napardık? Nasıl meşrulaştırırdık en bencilce hareketlerimizi? Nasıl herkesi haksız ve bir tek kendimizi haklı çıkartabilirdik?

Ülkemizde askeri vesayetin sürmesini isteyenlerin ulu bir bahanesi vardır örneğin; "Türkiye'nin özel koşulları" ve buna bağlı olarak "üzerimizde oynanan oyunlar". Gerektiğinde her kılığa girebilir bu koşullar, içinden her türlü düşman çıkabilir; ister iç ister dış. Ve bu mihraklara karşı önlem almak gerekir, sıradan sokaktaki insan nereden bilecek üzerimizde oynanan oyunları? Neyse, bu konuda yeterince yazım var şimdilik diyorum ve başka, daha temel bir bahaneye geçiyorum.

Örneğin hukuk sistemi aslında bahaneler üzerine kuruludur. Bilinçli bir şekilde suç işleyenler, doğru düzgün bir bahaneyle suçlarını savunabilirlerse daha az ceza alabilirler. "Karımı öldürdüm, ama beni aldatıyordu". Haaa, tamam o zaman. "Banka hortumladım ama çok borcum vardı". Hadi ya, tüh. Şimdi denebilir ki "meşru" bahaneler de vardır, hatta bunlara bahane değil, sebep demek daha doğru olur. Örneğin nefs-i müdafaa. Veya açlıktan ölmemek için ekmek çalmak. Bunlar cezalandırılmalı mıdır? Bunlar bahane midir yoksa meşru sebepler midir? Bilmiyorum. Zaten kim cezalandırılmalı, kimde cezalandırma yetkisi bulunmalı, apayrı bir tartışma. Ama şunu biliyorum ki her insanın her durumu meşrulaştırmak için otomatikman kullanabileceği bir takım bahaneler bulunur.

Dahası, bazen bir bahanenin üretilmesi, edimin kendisinden önce gelebilir. "Bunu yapacağım, ve sonrasında şu nedenle yaptığımı söyleyeceğim.". Böylece belirli ve bencil bir eylemi gerçekleştirmek için gerekli psikolojik zemini oluştururuz. Bunu gündelik hayattaki ufak tefek yaramazlıklarımızdan, devletlerin veya örgütlerin terör eylemlerine kadar genelleyebiliriz aslında. Karşımıza yine "hmm evet bu eylem başkalarına zarar verebilir, ama başka çarem yok" tarzı bir çözümleme çıkacaktır. Öncesinde yaşanan olaylar öylesine travmatiktir ki, mağdurun tek çaresi yeni bir mağduriyet çemberi yaratmak ve bir nebze olsun intikam almış olmanın rahatlığıyla kendisini büsbütün iktidarsız hissetmekten kurtulmaktır.

Bazı bahaneler işi çok uçlara götürebilir. Mesela "God works in mysterious ways" diye bir argüman vardır ingilizcede. Genelde gündelik hayatın içinde anlaşılamayan, çok korkunç ya da çok absürd bir olayın açıklamasını yapmak için kullanılır. Bu, olayın aslını öğrenmekten kaçınmanın en kolay yoludur, "Tanrı gizemli şekillerde çalışır". Bu deyim, "takdir-i ilahi" deyimiyle ne kadar da benzeşiyor! Bir yakınımızın ölümü, büyük bir felaket, insanın insana zulmü bile bazen bu cümlenin içinde normalleştirilebilir. Ya Tanrı bir insanı veya insan grubunu cezalandırıyordur, ya bir ders vermeye çalışıyordur (zaten bu hayattaki herşey bir sınavdır), ya da bütün bu çilenin sonunda muhakkak büyük bir ödül vardır. Yaşadığımız acılarla yüzleşmek yerine, onları yüce bir iradenin edimleri olarak kafamızda kurgularız. İşte size mis gibi bahane, "ben iyi bir insan oldum, ama takdir-i ilahi işte..". Bir anda başınıza gelen felaketlerin sorumlusunu buluverdiniz. Üstelik onunla yüzleşmeniz, onu yargılamanız veya sorgulamanız söz konusu değil. Şimdi rahat rahat kendiniz için üzülebilirsiniz. Başkalarına da kendinizi acındırabilirsiniz.

Bunları böyle saydım diye "ben bahaneden muhafım, hiç bahaneye sığınmam" şeklinde bir söylem üretmeye çalışmıyorum elbette. Sadece bahanenin kolaycılığından bir nebze olsun kurtulmamız ve somut olaylarla somut gerekçelerle, hiçbir yüzeysel sebebin ardına saklanmadan yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.Yoksa tam tersini yapmaya çalışıyorum da bir önceki cümle benim bahanemi mi oluşturuyor? İşte kendi kendini yanlışlayan bir yazı daha, afiyet olsun!

19 Ocak 2010 Salı

19 ocak 2007

Kendimizi nasıl adlandırıyoruz?

Türk. Doğru. Çalışkan. Bu küçük yaşlardan beri bize öğretilmiş. Yaşımız ilerledikçe başka "gösterenler" buluyoruz kendimize; demokrat, liberal, komünist, devrimci, milliyetçi, vatansever, ulusalcı..

Dikkatimi çeken birşey var, dile gelen hep "sol"dur bu ülkede. Sol, bir gurur kaynağı, bir zeka göstergesidir adeta; namuslu bir duruşun, mağdurun-emekçinin tarafını tutmanın sembolik adıdır. Peki sağ nedir? Dinci nedir? Gerici nedir?

Sözgelimi, islamcıyım diyen çıkar bu ülkede, ama kendisini "dinci" olarak adlandıran pek çıkmaz. O, yapıştırılan bir sıfattır. "Ümmetçiyim" diyen de çıkar, ama "gerici" başkası tarafından bireye işlenen bir yaftadır. İnsan kendisine "ben sağcıyım" der mi peki? Ben pek duymadım. Ama "solcuyum" lafını muhakkak herkes, biryerlerde duymuştur.

Bundan nasıl bir sonuç çıkarmalı? Sağ, zaten hep iktidardaydı, o yüzden konuşmaktan ziyade eylemde bulundu diyebilir miyiz? Sol ise hiç iktidarda olamadı, bu nedenle hep söylem üretmek, kendi varlığını konuşarak göstermek zorunda kaldı diyebilir miyiz? Peki her görüşten insanın bir dönemde mutlaka şiddete yönelmiş olmasını nasıl açıklayabiliriz? Şiddet son çare midir? Haklı bir tepki midir? Alternatifi yok mudur?

Bunlar sıradan meseleler. Asıl mesele başka, asıl mesele "ana gösteren"de (evet, yine Lacan). Ana gösteren nedir? Bir insanın benliğinde kendisini en derinden özdeşleştirdiği kavram. Ancak bu kavram, hiçbir zaman birey tarafından kavranamaz da. Yalnızca başkalarının bu kavramı bütünüyle anladığı varsayılır ve ideolojik düşünce işte bu varsaymadan yola çıkar.

Örneğin "Türklük" nedir? Nasıl tanımlanır? Bu coğrafyada doğmuş olan herkesi kapsamadığı aşikar, peki bütün TC vatandaşlarını kapsar mı? Kapsayabilir, ama bu ülkenin vatandaşı olmayıp da kendisini "Türklük"le özdeşleştirmiş insan olamaz mı? Türklük neler içerir? Zeka mı, cesaret mi, özgürlüğe düşkünlük mü, mertlik mi, savaş çığırtkanlığı mı, milliyetçilik mi? Kendisini Türklük'le özdeşleştiren herkesin şaşmaz bir biçimde uzlaşabileceği yekpare bir özellik mevcut olabilir mi? Türklük, net çizgilerle tanımlanıp belirlenebilir mi? "Ben Türküm" diyen bir insan, aslında toplamda neyi ifade etmektedir?

Soruların fazlalığı, Türklük adlı gösterenin, aslında gösterdiği somut bir varlık olmamasından kaynaklanıyor. Ancak, kendini Türklükle özdeşleştirenler, belli başlı bazı Öteki'lerin bu Türklük bilgisine bütünüyle haiz olduğunu varsaymaktalar. Kendileri bilemese de, başkalarının kesinlikle bildiğine inanmaktalar. Kimdir bu başkaları? İlk başta akla Atatürk geliyor elbette. En basitinden "Ne mutlu Türk'üm diyene" vecizesi sayesinde, kendini Türklükle özdeşleştirenler, Atatürk'ün Türklüğü net bir şekilde kavradığı çıkarsamasını yapabiliyorlar. Ve ona dayanarak "biz de onun gibi kendimizi Türklükle özdeşleştiriyoruz" diyorlar. Ortada net bir tanım, veya ortak bir karakteristik özellik yok, sadece kavramı derinlemesine bilen bir Öteki mevcut.

Evet, öyleyse kendimizi nasıl adlandırıyoruz? Söylemeye gerek yok, Türklük yalnızca bir örnek. Aslında demokrat, komünist, islamcı, sağcı, solcu dediğimizde de, çerçevesi ve tanımı belli kavramlar kullanmıyoruz; yalnızca başkalarının çok iyi bildiğini düşündüğümüz kavramlarla kendimizi özdeşleştiriyoruz. Mesela Marx, komünistlerin komünizmi bilen Öteki'si olarak adlandırılabilir.

Bu belirsiz ve tanımsız ama insanların özdeşleşebildiği kavramların tamamını çıkardığımızda karşı karşıya kaldığımız şey şudur: hiçbir bireyin, kendine mahsus; kendisini tamamen kavramlaştırabilen, tanımlayan, doğru ve eksiksiz bir biçimde adlandırabilen bir göstereni yok. Adımız var, evet, ama ad da paylaşılan birşey. O adın ötesinde de bir benlik alanı mevcut; adımızın içerimleyemediği bir benlik.

Kavramların, (savaşlar genelde ekonomik çatışmalardan çıkar, ama kavramlar en büyük motivasyondur) uğruna savaş çıkarılan, katliamlar gerçekleştirilen, cinayetler işlenen kavramların aslında içlerinin boş olması, psikolojik bir gereksinimden kaynaklanan özdeşleşmelerin insanları birer canavara, katile dönüştürebilmesi, nasıl bir trajedidir peki? Kaçınılmaz mıdır? Üstesinden gelinemez midir?

Hrant Dink'i anarken, biraz da kendimizi özdeşleştirdiğimiz kavramları bir gözden geçirsek iyi olur bana kalırsa. Çünkü hepimizin ortak noktası, hiçbirimizi layıkıyla anlamlandırabilen tekil gösterenlerin olmaması; buna rağmen, bir ihtimal, birbirimizi anlamlandırabileceğimiz ve özdeşleşmelerimizin bizi deliliğe sürüklemeyeceği bir dünya hayal edemez miyiz?

16 Ocak 2010 Cumartesi

of, ben!

Eh, yaş oldu 26, artık nası bi adam olduğumun hesabını yapma vakti geldi de geçiyo..aslında hiçbir zaman yeterli derecede objektif olamayacağımı, dolayısıyla boşuna uğraştığımı söyleyebilirsiniz. Söylediniz mi? O halde ufaktan başlıyorum..bu yazı nasıl ve nerde başlar, nerede ve niçin biter diye bir hesap yapmadan aklıma eseni yazacağım sanırım.

İnsanın kendinden bahsetmesi bir noktada epey garip. Kendimi yarışmacı adayı gibi hissediyorum. Yine de insanın hiç tartışmasız en kolay bahsedebileceği konu değil midir bu? Yoksa insan en çok kendisine mi uzaktır?(vaaay nietzsche yapmışın)

Geçen akşamdan anladığım kadarıyla, sevilen bir insanım. Sağolsunlar arkadaşlarım ve aile çevrem bana gayet yakın. Çok da berbat bir insan değilim demektir bu. Yer yer sinir bozabildiğimin farkındayım. Ukala olduğumu da zaten yarı gururla, yarı
ukalalıkla dile getiririm sık sık. Bazen tam kavramadığım konularda bile ukalalık yaptığım oluyor sanırım. Bu da demektir ki hemen her konuda fikir beyan etmeyi ve bilgimi göstermeyi seviyorum. Buna rağmen çok da konuşkan bir insan sayılmam.

Bildiğim kesin birşey var ki telefonda konuşmayı hiç sevmiyorum. Saatlerce telefonda konuşan arkadaşlarımı da anlayamıyorum. Hayır hayır "çok yapay geliyo" gibisinden entel-natüralist ayağı yapmıycam, blog yazan ve bütün gün msn'i açık olan, facebook'u da aktif kullanan bir insan olarak iletişimin elektronik bir ortama aktarılmasını eleştirecek değilim. Ama telefonda konuşmaya bir türlü alışamadım. Sanki kendimi iyi ifade edemiyorum el hareketi veya mimik olmadan. Telefonu sadece "kısa bilgilendirme" amaçlı kullanıyorum, ki cep telefonu kullanımımın %80i kısa mesaj atmaktan ibaret. Bunun yanısıra, bazen iletişim genel olarak beni yoruyor. Nadir de olsa hiçkimseyle konuşmak veya görüşmek istemediğim zamanlarda, kaba ve duygusuz olabiliyorum. Bunu da kendime hak olarak görüyorum, nasıl bir haksa!

Trajik olana karşı ilgim var, kuşkusuz. Trajik ve teatral. Ama tam dozunda olması lazım, yüzeysel kalmaması lazım. Dünyanın sonunu görmeyi de çok isterim, büyük bir patlama veya kıyamet gibi..ağır ağır yaşanacak. Sadist olduğumdan ya da herkesin ölmesini istediğimden değil, daha ziyade bişeyler değişsin, etraf ferahlasın..çok sıkış tıkış herşey, çok acele ediyoruz, insanın üzerine üzerine geliyor.

Sanırım bu trajedi-sevdası yüzünden mutluluk beni zaman zaman rahatsız ediyor. Daha doğrusu, üzülecek birşeyler bulmakta zorluk çekmiyorum. Mutluluktan sıkılabiliyorum ve hatta yaratıcılığımın köreldiği zamanlarda mutluluğumu bahane ediyorum. Halbuki yeteri kadar "input" almadığımda köreliyor yaratıcılığım. Son zamanlarda okumaya daha çok zaman ayırıyor olsam bile, yine de ulaşmak istediğim noktaya çok uzağım. Mutluluktan sıkılan bir insan olsam da, mutluluğun biraz da insanın tercihi olduğunu söylemişimdir. Çok uzun süre depresif olmaktan, kendime acımaktan, karşılaştığım zorlukları herkese bir bir anlatmaktan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum. İnsan daha ziyade karşısındakini mutlu etmeye, rahatlatmaya, motive etmeye çalışmalı gibime geliyor. Tabii bu da bir bahane olabilir. Belki de kendimi açmakta, üzüntülerimi paylaşmakta pek başarılı olmadığımdan böyle bir tavır takınıyorum.

Felsefe master'ı yapmaya kesin karar verdim, beni başka birşey paklamaz bu saatten sonra. Çünkü merak ediyorum. Bilgiye ulaşmak, sorular sormak, yerleşik ve statükoya dair herşeyi sorgulamak ve hatta neden sorguladığımı dahi sorgulamak istiyorum. Hayatımı bununla geçirebilirim evet. Muhtemelen zamanla sıkıcılaşırım, ama olsun.

Bazen aşırı gülüyorum sanırım. Çok da komik olmayan şeylere dahi katıla katıla gülüyorum. Bunu neden yaptığımı tam anlayabilmiş değilim, belki refleksif birşey olmuş artık, veya insanların söylediği komik şeylerin boşa gitmesi o insanları üzebilir diye düşünüp otomatikman kahkaha patlatıyorum. Bir başka olasılık, kendi söylediğim şeylere de insanların bu denli "şiddetli" gülmesini bekliyor olmam. Ama dediğim gibi, emin değilim, veya yeterince objektif değilim. Tabii gülerken böyle önce düşünüp gülüyor değilim, önceden düşünsem, ya da o anda neden güldüğümü düşünmeye başlasam zaten gülemem muhtemelen.

Herneyse, bu kadar yeter şimdilik. Bir özeleştiri yapacak olursam, galiba kendimi anlatmaktan ziyade bir "uyarı" yazısı oluyor bu. "Bakın böyle böyle bi insanım, buna göre davranın" der gibi. Heyhat, napalım, böyleyim işte. Biraz oyun oynayıp kafa dağıtayım en iyisi. Ne de olsa bugün benim doğumgünüm, ve hayatımda ne kadar insan varsa, her neredelerse ve ne yapıyorlarsa, sık veya seyrek görüşüyosak da, veya artık hiç görüşmüyorsak da(ya da henüz hiç görüşmemişsek de?), üzmüş ve kırmış olsam da, sevmiş ve saymış olsam da, yanında çok sıkılsam veya çok eğlensem de..pek çaktırmasam da, sanırım herkesi çok seviyorum.

3 Ocak 2010 Pazar

of, sen!

sonsuz bir hüzünle yaşıyorsun.

telefonunun çalmadığını bildiğin halde, ikide bir ekranını kontrol ediyorsun. hiç kimse aramadı seni. hiç kimse merak etmedi. özellikle de o. neden telaşlanıyorsun? bu hezeyan seni yormuyor mu?

ikide bir emaillerini-facebook hesabını kontrol edip durma.

gözün takılıyor odanın karanlığına. düşünmek istiyorsun. hiç durmadan düşünmek. ihtimalleri hesaplamak. hayaller kurmak. diyaloglar yaratıyorsun kafanda, her durumda verilecek en ideal cevabı düşlüyorsun. aptal. bu provalar boşuna. ne zaman söyleyebildin ki aklından geçenleri? ne zaman kendini gerçekten ifade edebildin? hem, artık yöntemler de değişti. sesin ve mimiğin sıcaklığını, klavyenin ve ekranın tekdüzeliği aldı.

şimdi uzaksın kendine. şimdi şaşırıyorsun. şimdi kendine soruyorsun; hayat yaşamaya değer mi? ya bu da işe yaramazsa? bu ihtimal de boşa giderse başka kiminle sevişebilirim?

herşeyi o anlamlandırıyor. herşey onun etrafında şekilleniyor. sen değersizsin. sen sadece onu mutlu edebileceksen işe yararsın. yoksa, siktir git!

aslında, biliyor musun, sadece kafandaki yeri önemli. onda, ondan fazla olan bişeyler var. sen o fazlalığı istiyorsun. bu fazlalık ona içkin değil. bu senin yakıştırman. onu sakatlıyorsun. onu olduğundan büyük hale sokarak yaralıyorsun. aptal. kendi kendine yarattığın fırtınanın içinde debeleniyorsun. onun üzerine bindirdiğin yükün, farkında bile değilsin. hoş, belki o da farkında değil. ama göremediği, dokunamadığı birşeyden korkuyor. senin aşırılığından korkuyor. onda gördüğün şeyden korkuyor, çünkü o "şey"in aslında ona ait olmadığının farkında. yine de seni buna ikna edemiyor. sen inanmışsın bir kere, onun inkar etmesi hiçbirşeyi değiştirmez.

doğru zamanda, doğru yerde, doğru dille konuştu. en çok ihtiyaç duyduğun anda, bir kereliğine, sana sarıldı. sadece buydu ve geride kaldı şimdi, yeniden bir girişimde bulunmak boşuna. bu reaksiyon tersine çevrilemez. istediğin kadar yelpazele, küllerden ateş yükselemez. neden zorluyorsun kendini? bulduğunda önemini fazlasıyla kaybedecek bişeyi, neden ısrarla istiyorsun? eninde sonunda sıkılacağını, yorulacağını bile bile, neden böyle bir işe kalkışıyorsun? başka türlü yaşayamaz mısın?

gözün telefonun ekranına takılıyor yine. solgun telefon ışığının odayı hafifçe aydınlatmasını ve sana bir aramanın ya da en azından bir mesajın geldiğini müjdelemesini istiyorsun. olmayacak. bu akşam değil. yarın akşam da değil. beklediğin mesaj hiçbir zaman gelmeyecek. o fazlalık, seninle asla konuşmayacak. sen sadece gelişmiş iletişim araçlarında onun izlerini arayacaksın. ve arasıra kazara izini bulduğun şeyin aslı-astarının olmadığını, belki de asla öğrenemeyeceksin.

aptal. ondaki fazlalık, aslında sana içkin. sen bir kereliğine kendi kendine konuşsan, kendinle adam gibi yüzleşsen, kendini bir rahat bıraksan, onu zaten bulacaksın..