30 Mart 2009 Pazartesi

kimlik seçimi

Aslında reel-politik yazmayı çok sevdiğim söylenemez, benim anlatmak istediğimi çok daha iyi bir biçimde anlatacak birçok köşeyazarı ve yorumcu mevcut. Ancak bu yerel seçimler çok heyecanlı geçtiği ve şu an için net bir Türkiye tablosu çizdiği için değinmek istedim.

Öncelikle ülkemizde "kimlik siyaseti"nin halen çok önemli olduğu ortaya çıktı. Hemen hemen herkes kendi hemşehrisine, kendini yakın hissettiği, kimlik tanımının bir parçasını oluşturan partiye oy verdi. Batı sahil şeridi CHP'ye, güneydoğu DTP'ye, büyük şehirler ve orta anadolu AKP'ye ve milliyetçiliğin kuvvetli olduğu bazı iç anadolu illeri de MHP'ye oy verdi. 

En önemli sonuç AKP ile ilgili olduğundan, önce onunla başlamak istiyorum. AKP, birçok farklı kimliği bünyesinde barındırdığı için aslında en "kimliksiz" parti idi. Ancak bu seçimde bu farklılığın yaralandığını görüyoruz. AKP bütün illerde varlık gösterebilmiş tek parti olmasına rağmen, diğer bütün partilere alternatif olma yetisini ve merkez sağın tek adresi olma vasfını bir parça yitirmiş görünüyor. Seçim öncesi müthiş iddialı olmalarını gözönünde bulundurursak, AKP için başarısız bir seçim olmuştur. Ancak objektif bakarsak yine de %39 çok iyi bir orandır ve AKP'nin siyaset sahnesinden "gidici" olmadığının göstergesidir. Öyle çok ağır bir yenilgi veya "kocaman bir tokat" diyerek abartmayı gülünç buluyorum, buna olsa olsa bir "fiske" diyebiliriz.

AB sürecindeki tıkanma, patlayan işsizlik, kriz için önlem almakta gecikilmesi, bütün partilerin hep bir ağızdan AKP'yi yaylım ateşine tutması ve karşılığında seçim sürecinde yapılan kimi garip çıkışlar (özellikle M. Ali Şahin ve Gökçek) AKP'yi devirmeye yetmese bile, sarsmaya yetmiş. Bir bakıma AKP'nin şımarıklığı ve başınabuyrukluğu artık siyasi arenaya fazla gelmiştir ve halk da, tabiri caizse bir "balans ayarı" çekmiştir. Ayriyeten, farklı ideoloji ve kimliklere mensup insanlar da AKP'ye şans vermekten bir nebze cayıp kendisini temsil eden partiye yönelmiştir. 

Belediyecilikte tekelin kırılması ve kaynakların daha farklı ellerde toplanması açısından bu faydalı bir sonuçtur. Ayriyeten siyasi belirsizliğin giderilmesi ve insanların kendilerini yakın hissettikleri partilerin belediyelerde yönetime gelmesinin getireceği güven ve huzur, siyasi iklimimizdeki gerginliği ve kutuplaşmayı biraz olsun azaltabilir.

CHP oy oranlarında aşırı bir yükselme yaşamasa da, birçok kilit bölgede sürpriz başarılar elde ederek, önceki seçimlere oranla başarılı çıkmıştır. Bu başarıda Ergenekon avukatlığının ya da "dini" açılımların ya da yolsuzluk dosyalarından ziyade ekonomik krizin ve "yaşam tarzı" endişelerinin büyük ölçüde etkili olduğunu düşünüyorum. Bunu CHP'nin "patlama" yaptığı iki büyük şehire bakarak görmek mümkün; genellikle AKP'nin zayıf olduğu ve laiklik endişelerinin en yüksek perdeden dile getirildiği bu iki il: İzmir ve Antalya. AKP'nin güçlü olduğu yerlerde ise çok da başabaş bir mücadele verildiği söylenemez. Sonuçta AKP seçmenini "temelden" sarsabilmiş, oylarına talip olabilmiş bir muhalefet yok, ancak kıyı kentlerinde ve özellikle İstanbul'da iyi bir kampanya yürütüldüğü de aşikar.

MHP her zaman olduğu gibi tabanına oynadı ve her zamanki yüzdesinde kaldı. Ayriyeten bazı illerde güçlü bir aday çıkararak tabanından olmayan ancak AKP'yi de desteklemeyen kesimlerden epeyce oy topladı.

DTP'nin yükselişi ise gerçekten şaşırtıcıydı. Anlaşılan TRT-Şeş ve beraberinde bölgede yapılan bazı yatırımlar ve din temelli bir kampanya, AKP'yi başarıya taşımaya yetmedi. Kürtlerin kimliklerini anayasal güvenceye almak istedikleri ve siyasetlerini DTP üzerinden yapmak istedikleri ortaya çıktı. AKP'nin kapatma davasından sonra bölgede tutturduğu devlet yanlısı söyleme olan kızgınlığın da bu sonuçta büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.  "DTP Kürtleri temsil etmiyor ki" şeklinde savları olan arkadaşlara selam ederim!

Şimdi Türkiye'nin gerçek ideolojik dağılımının çok daha yakın bir sonucunu görmüş vaziyetteyiz. Doğuyla batı arasındaki iletişim kopukluğu ürkütücü gözükse de, bence bütün büyük siyasi partiler yerlerini sağlamlaştırdılar ve umuyorum ki bu sayede, yani"sivil" bir muhalefetin ışığında artık siyaset-dışı hatta insanlık-dışı yöntemlere başvurulmasına gerek kalmayacağını görmüşlerdir. 

Daha sağlıklı ve sorunsuz bir demokrasi için, bütün partilerin bütün kesimlerden oy almayı hedeflemesi gerekmekte, ancak sanırım kimlik siyasetindeki düğümler çözülmeden ve karşılıklı güven ortamı oluşturulmadan bunu sağlayamayacağız. Bana kalırsa bunu sağlamanın yollarından biri bir önceki yazımda anlatmaya çalıştığım "savaş dili"ni bırakmak.

Son olarak, bence bütün bu tablodan daha da güzel olanı, e-muhtıra, kapatma davası, türban polemiği tarzı siyaseti kilitleyen ve AKP'ye bonus mağduriyetler kazandıran etkenlerin bulunmadığı, nispeten daha "saf" bir seçim yaşamış olmamız. TSK, Yargıtay veya Anayasa Mahkemesi gibi kurumların uzunca bir süredir siyasete ilişmemeleri, belki de AKP dışındaki bütün partilerin oylarını arttırmalarına sebep oldu. Demek ki neymiş? Anladınız siz onu..

21 Mart 2009 Cumartesi

savaş dili

Sosyal ve siyasi olayları sürekli bir savaş diyalektiği içinden yorumlayanlara üzülüyorum. Hayat onlar için ne zor olmalı! 

Biliyorsunuz neyi kastettiğimi..çok önemli anahtar kelimeler vardır ve bu kelimeleri kullanmadan siyasi argüman oluşturmak bu dili kullananlar arasında neredeyse "ayıp" addedilir. Aklıma gelenler şunlar: peşkeş, BOP, emperyalist oyun, takiyye, işgal, sömürü, iç düşmanlar, dış düşmanlar, bölücüler, hainler, satılmışlar, komplocular, ajanlar, emperyalistler, sorosçular, fetoşçular, cemaatçiler, siyonistler, ermeniciler, kürtçüler,"psikolojik savaş" unsurları, "değerlere saldırı"lar, gericiler, yandaşlar, liboşlar..

Tabii bütün bu cenaha karşı kendilerini savunmak için "sözde" takısını geliştirmişler:sözde entel-demokrat-aydın-solcu-hatta sözde ermeni soykırımı..Onlar, herşeyin "özdesini ve sözdesini" bilirler. Bunu belirleyen yegane merci onlara aittir. Muhtemelen biz vasat insanlarda bulunmayan bir organları mevcuttur bu kriterleri belirleyebilen. Sosyolojik yapıdan tutun, karşılaştırmalı tarihe, terör ve işgalden tutun, direniş ve devrimlere, herşeyin en iyisini, en doğrusunu bilirler, dolayısıyla ülkeyi yönetmek onların hakkıdır. Bir çeşit vahiy gelmiştir onlara, kendi yarattıkları savaşın komutanlarıdırlar (ki bazıları içinde yaşadığımız gerçeklikte de komutandırlar). 

Böylesi etiketlerle zihnini dolduran insanlar yavaş yavaş gerçeklikle bağlantılarını kaybediyorlar ve içinde yaşadığımız somut durumları bile kategorilere ayırmaya başlıyorlar. Böylece "işimize yarayan" ve "işimize yaramayan" iki gerçeklik ortaya çıkıyor. Örnek mi? "Dinci" kesimin dayatmalarını önplana çıkarmak, askerin dayatmalarından söz etmemek. PKK'yı ön plana çıkarmak, ama Diyarbakır Cezaevi'nden bahsetmemek..

Eh, sonuçta savaş hali bu, ilkelerin ne önemi var? Hatta bu savaşın amacı o ilkeleri korumak dahi olsa, işimize gelmeyen gerçeklikler gözardı edilebilir. Bu gelişigüzel "esneklik" sayesinde dürüst ve vicdanlı bir dilden, çıkarcı ve saldırgan bir dile geçiş yapmak zaten çok kolay.

Bu savaşçı dilin tezahürleri saymakla bitmez..Mesela devletin kurumları birer "kale"dir, ve ne pahasına olursa olsun "ötekiler" o kaleyi ele geçirmemelidir (ötekiler, yani bizden olmayanlar, zaten yukarıda sayılanlardır)!  Mesela yabancı bir devletle işbirliği, ortaklık, anlaşma asla ve asla "arzulanan" şekilde gerçekleşmediğinden ötürü, o işbirliği, o yabancı devletin işgalidir. Şansa bakın ki o işbirliği yapılan devlet, illa ki emperyalisttir! Soğuk savaş'ın sona erdiğinden bihaber insanların algılaması da ancak o dönemin terimleriyle kısıtlı oluyor sanırım.

Ben bir de şunu merak ediyorum, yabancı bir devletle oluşturulan ortaklık sırasında bu kesim tarafından arzulanan nedir? Bu şartları asla öğrenemeyiz bu dilden. Muhtemelen kayıtsız şartsız bir itaat ve hiçbir taviz vermeden bütün avantajı tek elde toplamayı beklemektedirler.

Sonra özelleştirmeler, illa ki birilerine peşkeş çekilmiştir. Sanki ülkemizde hiç ihale açılmıyormuş gibi. Tabii yabancı sermaye örneğin Telekom'u satın alıyorsa o aynı zamanda "işgalin" de bir parçasıdır. Her an savaş durumundayız ya, mazallah kesiverirlerse bütün iletişimi?! Bu insanlara Türk işadamlarının yurtdışındaki telekomünikasyon, inşaat, enerji veya güvenlikle yatırımlarını sorduğumuzda ne diyeceklerini bilemem. "Helal olsun, biz de onları işgal etmişiz" falan mı? Ya da yabancı devletler kara kaşımız kara gözümüz için kendi şirketlerini bize "peşkeş" mi çekmektedirler?

Sözün özü bu dil, sorunların çözümü için hiçbir şey önermeyen, her soruna "çatışmacı" yaklaşan ve mızmızlanmaktan öteye gidemeyen, içekapanmacı, ukala ve acımasız bir dildir. Bu dili kullananlar hem kendilerini sonsuz bir paranoyaya kaptırıp hayatlarını karartmakta, hem de etraflarındaki insanlara da hayatı, düşünceyi, ekonomiyi ve siyaseti dar etmektedirler.

Zor değil bu dili değiştirmek, biraz sakin olmak, biraz soğukkanlı ve biraz da anlayışlı yaklaşmak yeterli. Elbette dünyada ve ülkemizde haksız kazanç, haksız rekabet, siyasi dayatma, torpil, rüşvet, baskı, zulüm mevcut. Ancak sosyal sorunlara yaklaşım tarzımız ve onları çözümlemek için kullandığımız dil de sorunun bir parçası olabilir. O yüzden bunlarla mücadele yöntemini ve dilini doğru belirlemek çok önemli. Yoksa çözümün değil, sorunun bir parçası haline gelmemiz işten bile değil..