30 Aralık 2008 Salı

faşizmden hallice kapitalist ilişkiler..

Bunu aslında bir özeleştiri yazısı olarak yazıyorum denebilir. Çünkü az sonra anlamaya ve anlatmaya çalışacağım hemen hemen her garip davranışı hayatımın bir döneminde, bir çoğunuz gibi ben de yaptım.

Önce faşizmi bilindik şekliyle, bir "konuşma zorunluluğu" olarak tanımlayalım. Vatanı-lideri-partiyi sevmeniz yetmez, o sevgiyi her daim her yerde göstermekle yükümlüsünüzdür. Faşizan ideolojinin dilinden konuşmazsanız, ezberlenmesi gereken nutukları her fırsatta tekrarlamazsanız, vatanı-lideri-partiyi sevmiyorsunuz demektir.

İlişkilerde de "seni seviyorum" faşizmi çok sık rastlanan bir durum bana kalırsa. Yaşadıklarımızın sığlığından mıdır, özgüven eksikliğinden midir bilemiyorum, ancak çoğu ilişkide "seni seviyorum" sözcüğü zamanla bir zorunluluğa, birşeyleri ispat etme çabasına dönüşür. Sevgi dile getirilmediği zaman sevgilide gizli bir şüphe oluşuverir; acaba beni artık sevmiyor mu şüphesi..Bu da beraberinde tartışmaları, güven sorunlarını getirir. Üstelik sevgi, daima karşı tarafın beklediği şekilde ifade edilmelidir, kendinizce yeni bir dil oluşturmanız, farklı bir şekilde sevginizi ifade etmeye çalışmanız, "yetersiz" bulunacaktır. Burada sevginin yanında bir "dil" faşizmi de sözkonusudur.

Ayriyeten her daim sevginin "dile gelmesi" yani sözcüklere dökülmesi gerekiyorsa, o ilişkide sevgi başka yollardan anlatılamıyor demektir. Sanırım internet ve cep telefonu denen icatlarla beraber mimikleri, bakışmaları, dokunuşları bir kenara bırakıp ilişkilerimizdeki bütün iletişimi ve sevgi paylaşımını kelimelere yükledik. Eh, kelimelerin de bir sınırı var!

Gelelim kapitalizme..ilk çağlar hakkında resmedilen bir "kadınını saçından tutup sürükleyen mağara adamı" imgesi vardır. Günümüzde de bu adamdan çok öteye gidebilmiş değiliz bana kalırsa. Ne kadar özgürlükçü, demokrat, paylaşımcı olursak olalım, mesele "sevgiliye" geldiğinde aslan kesiliyoruz. Bu konu bazı ilişkilerde o kadar çok vakit alıyor ki..kıskanıyoruz, sorguya çekiyoruz, trip atıyoruz, ayar veriyoruz, mesajlarını-maillerini kontrol etmeye uğraşıyoruz..boşu boşuna binbir türlü sıkıntı yaşıyor ve yaşatıyoruz. O halde burada modernliğin erişemediği içgüdüsel bir davranış kalıbı sözkonusu. Bunu kırmaktan aciz miyiz? Üzülmekten, güvenip yanılmaktan bu kadar mı çok korkuyoruz?

Tabii esas korktuğumuz şey sadakatsizlik değil, o sadakatsizliğin "neden" gerçekleştiğidir..bu korkunç soru, bizi kaçınılmaz olarak kendi benliğimizle yüzleşmeye yöneltir. Neden "ben" aldatıldım?Yeteri kadar yakışıklı/güzel değil miyim? Yatakta benden daha iyi birisine mi rastladı? Onu mutlu etmekten aciz miyim? Ancak tam tersi durumda olmaktan, yani aldatan insanın "aldatma nesnesi" olmaktan hiç gocunmayız. Sevgilisi üzerine bizi tercih etmiştir işte, bu bir ego şenliğidir artık! 

Kısacası özgüven eksikliğimiz bizi kıskanç olmaya itiyor. Halbuki, ne olacak? Gerçekten de, şöyle bir düşünecek olursak herkes herkesten daha iyi sevişebilir..Birisinin çok çirkin bulduğunu, bir diğeri acaip güzel bulabilir. Kendimizi bulunmaz hint kumaşı sanmak da, üzerine sıçmaya değmez bir klozet gibi görmek de yanlış bence. Biz neysek oyuz. Bizi tercih edenlerin de, aldatanların da kendilerince sebepleri mevcuttu. Onları belki asla anlayamayız, hatta ömrümüzün sonuna kadar için için nefret de besleriz ama ne kendimize, ne de karşımızdakine, ne yaşamış olursak olalım "eternal damnation" yaşatma hakkımız yok. Alt tarafı insanız.. 

Bu yazı vesilesiyle buradan bütün anarşistlere soruyorum, Bakunin adına cevap verin, siz sevgilinizi paylaşır mıydınız? Ona hiç emir vermeden, hiç düzeltmeye çalışmadan yaşar mıydınız? Yoksa bir mülk gibi sahiplenir, onu elde tutmak için gerekirse dövüşür müydünüz?

Herkesin yeni yılını kutlar, pürüzsüz ilişkiler dilerim..
 

18 Aralık 2008 Perşembe

Zeitgeist + Addendum

İnsanlık nereye gidiyor? Tarih boyunca söylenegelmiş kitlesel yalanlar ne işe yarıyor? "Yeni" bir düzene niçin ihtiyacımız var? Gerçek anlamda "yeni" bir dünya düzeni mümkün mü? Kapitalizm insanın bencil doğasından kaynaklanan bir sistem mi? Yoksa kendi yarattığımız bir sistemin bizi kontrol etmesini meşru kılmak için mi doğamızı kapitalizmle özdeşleştiriyoruz? 

Zeitgeist, günümüze dair bu hayati soruları (ve daha nicesini) gündeme getirdiği için epeyce faydalı bir belgesel. Tabii her noktanın tek tek üzerinde duracak değilim. Zeitgeist bölümlerinin biri din ve insanları manipüle edişi üzerine. İkincisi 11 eylül olayındaki bilinen komplo teorilerini sunmakta, üçüncü kısım ise iyice kontrolden çıkan global şirketlerin birgün hayatımızın her yanını ele geçireceğine dair bir distopya sunmakta.

Buraya kadar önceden görülmemiş pek birşey yok aslında, ve açıkçası bazı sahnelerde gerilim müzikleri, iddialı "one-liner"lar filmi biraz sulandırmış ve çocuksu göstermiş. Ancak "addendum" adı verilen kısımda farklı bir durum sözkonusu. İlk kısımda günümüzdeki finansal sistemin, "değersiz ve karşılıksız kağıt parçaları" üzerine kurulu olduğunu anlattıktan sonra, ikinci kısımda "ekonomik tetikçilerden" çok da ikna edici olmayan bi şekilde bahsediyor. Ancak üçüncü kısmında, diğer birçok "aktivist"in üzerinde düşünmeye değer bulmadığı birşey sunuluyor. Bir çözüm: Venus Project. 

Bu proje, "yeni" düzenin teknolojinin gelişmesi ve bütün ideolojik dogmaların geride bırakılmasıyla oluşabileceğini söylüyor. Para diye birşeyin kalmadığı, ekonomik sistemin sınırsız özkaynaklar üzerinden kurulduğu bir sistemde, teknolojik gelişim sayesinde hem her yere doğal, temiz ve sınırsız enerji sağlanacak, hem de "işgücü" önemini yitirecektir. Bu sayede insanlar anlamsız mali işler veya "rekabet"le uğraşmayacaklar, "ganimet" uğruna savaşlar yaşanmayacak, asker-polis-tabanca gibi şeyler lüzumsuz hale gelecek, sınırlar ve farklılıklar ortadan kalkacak, ve nihayetinden insanlar özgürleşecek. 

Bu, kesinlikle güzel bir alternatif ve kulağa kapitalizmden çok daha hoş geliyor. Ve uzun uzun tartışılacak, konuşulacak bir malzeme sunuyor bizlere. Ancak nasıl uygulanacak? Addendum bunun cevabını vermiyor. Paranın ortadan kalkması zaten yakın vadede mümkün görünmüyor. "Sınırsız enerji" sağlayacak bir sistem kurmak da henüz teknolojik olarak imkansız. Güneş, rüzgar, akıntı ve jeotermik enerjiden tam verimle faydalanılamıyor ve bu sistemleri kurmak zaten başlı başına çok büyük harcamalar ve işgücü gerektirmekte. Para ortadan kalkmadığı sürece, bu enerji sistemleri bedavaya kuralacak değil, ayriyeten bu kaynakları kullanmak için işgücü de gerekecek. O halde elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız? Bir ütopya kurup, bu sefer "işçiden" değil de "mühendislerden" gelecek bir devrimle bütün düzenin değişmesini mi bekleyeceğiz?

Peki, bir de şunu sorayım..filmin anlattığı gibi kapitalizm gerçekten tamamen "şeytani" bir sistem mi? Öncelikle kapitalizm, demokrasiye muhtaçtır. Özel teşebbüsün ülke ekonomisindeki önemi, sermaye sahibi "birey"i devletin bile önüne koyar, ona imtiyazlar tanır. Kapitalizmin gelişmesiyle sosyal hayatta "birey" öne çıkmıştır, liberalizm gelişmiştir. Tabii bu da günümüzde aşırı uçlara varan bir bencilliği ve çıkarcılığı beslemiştir. 

Devletle birey arasındaki ilişkiyi yumuşatan, hatta yakın zamanda devleti artık bir çeşit "hakem" durumuna sokacak (böylelikle ideolojik devletlere son verecek) olan sistem, kapitalizmdir. Sermayenin serbest dolaşımı" da sonunda sınırların kaldırılmasına, ülkelerin birleşmesine ve daha önce hayal edilemeyen bir "evrenselciliğin" doğmasına yol açmakta. AB bunun denemelerinden biri ve şimdilik iyi gitmekte. İnsanların yaşam standardı epey yüksek, demokratik haklar da bazı aksamalar dışında yerli yerinde. Yani, nispeten "mutlu" diyebiliriz AB'de yaşayanlara.

Belgesel ayrıca komünizm gibi bir ütopyayı da kapitalizmle yanyana koyarak bence biraz haksızlık ediyor. Venus project'in hedeflediği sistemin, tasarlanan ama hayata geçirilemeyen komünizmle çok fazla ortak noktası mevcut; Marx'a göre de esas sermaye, işgücü ve özkaynaktır. Sınırların ve paranın ortadan kalkması, insanların "tembellik hakkı", yani herkesin istediği her işle uğraşması, gerçek eşitlik ve gerçek özgürlük..bunlar komünizmin de özünü oluşturmakta. Tabii uygulamada karşılaşılan çok farklıydı, belki de bunun nedeni özgürlüğün formüle edilerek elde edilmeye çalışılmasıydı. Eldeki formül, ne pahasına olursa olsun bir baskı mekanizması üretecektir, ister venus project olsun, ister komünizm. Çünkü bu formülü uygulamak için insanları "ikna etmek" gerekecektir. Homojen bir sistem hedeflediğinizde, ikna olmayan insanları bir şekilde elimine etmek gündeme gelecektir. O yüzden teoride en temel insani haklar üzerine kurulan ütopyalar, uygulamada eşi benzeri görülmemiş bir otoriterliğe yol açabilmiştir.

Bir başka açıdan kapitalizme bakmak gerekirse şunu görüyoruz: teknoloji, birikimli ilerliyor. Ve son 100-150 yıllık teknolojik gelişmeler, ağırlıklı olarak kapitalist ülkelerden kaynaklanmıştır; ABD, Japonya..AB'den bahsetmeye bile gerek yok, CERN demek yeterli olur. Bu teknolojik gelişmenin bir nedeni de o hiç sevmediğimiz "sermaye", kendisini ayakta tutmak için sürekli yeni birşeyler üretmek, teknoloji geliştirmek zorunda olmasıdır. Teknolojiyle ilgili bütün şirketlerin bünyesinde bir AR-GE'nin mevcut olması, insanların yeni bir fikir, bilgi veya bir icat ortaya atmalarının bu "sömürücü" düzende dahi paha biçilmez olması, teknolojinin ilerlemesine büyük katkılar sağlamıştır ve sağlayacaktır. Bu bağlamda kapitalizm, aslında "venus project"e ilham vermiştir, onun kurgulanabilmesine yol açmıştır. 

Ancak, devletle birey arasındaki ilişkiler demokratikleşirken, sermaye sahipleriyle işçiler, veya daha genel haliyle söylersek zenginle fakir arasındaki eşitsizlik de gün geçtikçe artmaktadır. Bugün, dünyada reklam sektörüne harcanan paranın %10'uyla Afrika'daki açlık sorunu giderilebilir. Yani kapitalizm kendi merkezini, sermaye sahibini  özgürleştirirken, sınırdakileri, çevredekileri korkunç bir baskı altına almaktadır. 

Bunun yanısıra özellikle ABD'de şirketler, devletin yerini almakta, insanları sınırsız bir tüketim hayatına itmekte, neyi alıp neyi satacaklarını dikte etmektedir. Tıpkı eskiden dini kurumların insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte etmesi gibi. Artık önemli olan ne düşündüğün değil, ne satın aldığındır. Kullandığın marka, artık sosyal statünün göstergesidir. Demek ki bu noktada bir değişim zaruridir. Zeitgeist sorunu iyi teşhis ediyor, ama önerdiği şey yepyeni sorunlar doğurmaya açık.

Evet, eşitsizlik ve sömürü üzerine kurulu, özünde bir çeşit "sosyal darwinizm" olan bir sistemdir kapitalizm. Ancak, aynı zamanda ona karşıt seslere en çok izin veren sistemdir, dolayısıyla kapitalizmi yıkacak olan hareket de, kapitalizmin içinden çıkacaktır. Zeitgeist'ı yazan ve yöneten Peter Joseph, bir Amerikalı. Venus project'i şekillendiren insanlar da Amerikalı. Bu insanlar özgürce bu fikirlerini ifade ediyorlar, yine kapitalizmin bir nimeti olan internet sayesinde bütün dünyaya, bizlere kadar bu fikirlerini ulaştırabiliyorlar.

O halde şöyle düşünebiliriz: kapitalizm insanlık için yaşanması mecburi bir dönem, bizi kendisinden farklı bişeye taşıyacak olan sistem ve büyük ihtimalle bizim ömrümüz onun sonunu görmeye yetmeyecek. O halde, şu anda, şimdi ne yapabiliriz? Kapitalist sistem içinde gerçekten elimizden hiçbirşey gelmez mi? Onu düzeltmeye çalışmak, eşitsizliği gidermek için, sömürüyü azaltmak için uğraşmak boşuna mı? İlla bir teknolojik devrimi, ve beraberinde bütün sistemin yıkılışını mı beklememiz gerekiyor?

Yoksa bugün yapılması gereken politik sistemi reddetmek değil de, onu eşitlik adına kullanmak mıdır? Tarihin her döneminde olduğu gibi, şu an içinde yaşadığımız bu sistem de "evrilmekte"dir. Ve bence onu doğru yöne, eşitliğe, özgürlüğe doğru yöneltmek de mümkündür. Bu noktada benim cevabım sivil toplum ve çoğulcu demokrasi!



not: Zeitgeist üzerine bir başka yazı için  Çağatayca'ya göz atabilirsiniz.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Hepinizin taa..!!

Bence küfretmek çok rahatlatıcı ve insan ilişkilerinde sık sık başvurmamız gereken bir eylem. Faydaları saymakla bitmez! 

Bir kere bir konuya "vurgu" yapmak için birebirdir küfür. İfademizi kuvvetlendirir, dikkatleri üzerinde toplar. Bahsedilen duygu ne olursa olsun; kin, öfke, nefret, sevgi, saygı, hatta hayranlık duymayı bile küfürle daha açık ve insanın aklında yer edecek şekilde ifade edilebilir. Mesela, "adama bak müthiş oynuyor" demekle "vay hayvan nası oynuyo" demek arasında ifade gücü açısından müthiş fark var. Veya "lanet olasıca herif" demekle "a...kodumun çocuğu" demek arasında da hissedilir derecede farklılık mevcut. Sanki küfretmek daha içten, duygu ve düşüncelerimizi daha yalın haliyle, doğal formuyla aktarmayı sağlıyor.

Hepimiz biliyoruz ki bu dünyada, etrafımızda, özellikle arkadaş çevremizde veya işyerinde veya okulda, her an, her yerde son derece gerizekalı, angut, moron, lavuk, yavşak insanlarla hergün birarada yaşıyoruz. Başka insanlar da bizi bu sıfatlarla anıyor olabilir tabii, ve bence bunda bir sakınca yok. Ama nezaketimizden, insan ilişkilerine verdiğimiz önemden, veya "belki bir gün işimize yarar" diye düşündüğümüzden bu sevmediğimiz insanlara o sıfatlarla seslenemiyoruz. Bu da, hiç kuşkusuz içimizde bir birikime yol açmakta. O sevmediğimiz insan etrafımızda olmadığında bizi bu birikimden, içimizde adeta katılaşıveren bu tiksintiden kurtaracak olan şey, yine küfretmektir. Ağız dolusu, ana-avrat küfrettikten sonra o birikimi atarız, bir yükten kurtuluruz. 

Kaybederken veya kazanırken, sevinirken veya üzülürken küfre sık sık başvurabiliriz. Özellikle trafikte ve maçta küfretmeden durmak neredeyse imkansızdır. Bu bir zarurettir artık, içimizde yaşanan duygusal patlama bir şekilde kendisini dışa vurmak zorundadır. Hepimizin içinde karanlık, pis ve iğrenç şeyler olduğuna eminim. Ve en heyecanlı anlarımızda işte bu yanımızdan besleniriz, hatta bu yanımızın bizi kontrol etmesine, el hareketlerimizi ve ses tonumuzu aşırı uçlara taşımasına izin veririz. Sıkıcı hayatlarımıza ilaç gibi gelen bir renkliliktir bu, birazcık kontrolü kaybetmektir, "ayıp birşeyler" yapmanın, yoldan çıkmanın, saygısızlığın keyfidir.

Küfür, aynı zamanda bir samimiyet göstergesidir. En iyi arkadaşınızla güle oynaya, ağzınıza geleni söyleyerek saatler geçirebilirsiniz mesela. Çünkü küfürün içinde bir sevgi, şefkat gösterisi vardır, duygu yoğunluğu kendisini küfür olarak gösterir bir kez daha. Ama ne yazık ki kızlar erkekler kadar küfretmiyor, kendilerini "morally superior" gördüklerinden olsa gerek. Çok da haksız sayılmazlar doğrusu. Bu durum etrafta kızlar varken küfretmeyi zorlaştırıyor. Bu, belki de kızlarla erkekler arasında, hemcinsler arasındaki kadar sıkı bir samimiyet kurmanın epey zor oluşundan kaynaklanıyor. Bu zorluk da ağırlıklı olarak karşı cinsler arasındaki "cinsel gerilim"den kaynaklanıyor olabilir.

Tabii iki lafımızdan birinin küfür olması, veya sık sık küfüre başvurmamız da çirkin olur. O zaman küfretmekten alınan haz azalır, sıradanlaşır. Buna ek olarak aile büyüklerimizin yanında küfretmek de ayıp karşılanır genellikle. Bu, belki de saygının ve aile içi hiyerarşinin getirdiği bir mesafeden kaynaklanmaktadır.

Toparlamak gerekirse, küfretmek güzeldir a.k.

11 Aralık 2008 Perşembe

çevreciyim, çevrecisin, çevreci..

Böbürlenmek gibi olmasın, kendimi hiç de "çevreci" bulmuyorum. "Çevreciliğin" erdemini de anlamakta zorlanıyorum doğrusu. 

Hemen açıklayayım; çevrecilerin iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Elbette onlar, misafir olduğumuz bu gezegene mümkün olduğunca iyi davranmaya çalışmaktalar. Ancak, bana kalırsa bunu yaparken kendilerini doğadan ayrı bir yere, hatta genelde daha üst bir seviyeye koymaktalar ve insanoğlunun "gücünü" biraz abartmaktalar. "Dünyayı kurtarmak" veya "çevreyi kurtarmak" gibi süper-kahramanlara yaraşır görevler edinmekteler. Bence bu biraz kibirden kaynaklanıyor. Sanki "lütfediyoruz" geri dönüşümlü ürünler kullandıkça. Çünkü gezegen veya doğal yaşam eşi benzeri görülmemiş bir "tehdit" altında: insan!

Kendimizi kandırmayalım, biz doğanın bir parçasıyız, bir uzantısıyız. Ürettiğimiz her ürün, her madde, her gaz da bu gezegenin bileşenlerinden çıkıyor, gökten zembille zehirli gazlar indirmiyoruz. O maddeler, biz olmasaydık da pekala biraraya gelebilirlerdi. Öyle ya, evrim farklı şekilde gelişseydi, bizler insan değil de "minsan" veya "cinsan" falan olsaydık, belki yine "çevreyi kirleten" ürünler geliştirilecekti. Dolayısıyla, belki de kaçınılmaz bir nedensellik sonucu, bütün bu binalar, fabrikalar, arabalar, atıklar, aslında doğanın kendi kendisine, kendi içinde yarattığı yeni bir "doğa"nın parçaları. Ve büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda bu yeni "doğa"ya uygun, yeni canlılar, daha dayanıklı, daha kolay adapte olan bitkiler vesaireler türeyecektir. Dolayısıyla, bizim bugünkü veya geçmişe dair "çevre" algımız, gezegen açısından bakıldığında epey geçici ve naif. Doğayı sabit bir şekilde, hep olduğu gibi tutmak zaten hiçbir canlının haddine değil.

"İnsanlık" kazara oluşmuş, bu gezegenin bütün işleyişini sarsan, baştan aşağı değiştiren bir varlık mı? Bence değil. İşte, yanlış yere evini yaparsan deprem oluveriyor, engelleyemiyorsun. Volkanik patlamaları, yağmuru, karı, tsunamileri, selleri, evleri yıkan fırtınalar engelleyemiyorsun. Sadece adapte olabiliyorsun, anlık çözümler üretiyorsun. Zaten doğa karşısında yapabileceğimiz, yani bütün canlıların yapabileceği yalnızca bu. 

Mesela "ev" diye birşey icat ettiğimiz için daha uzun yaşayabiliyoruz. Ama her "ev"in yapılması için doğanın bir miktar tahrip edilmesi gerekiyor. Yani biz, doğanın bir parçasından faydalanarak , hammaddesinden çalarak, bir diğer parçasının ömrünü uzatıyoruz aslında. Bu da kendi içinde gayet "doğal" bir süreç.

Bilinçli olmamız, analiz yeteneğimizin olması, gezegen açısından bakıldığında pek birşey ifade etmez. Milyonlarca canlı türü yaşamış ve soyları tükenmiş burada, bizim de soyumuz bir gün tükenecektir, ama bu gezegen ve doğal yaşam kaybolmayacaktır. Evrilerek, uyum sağlayarak, "tehditleri" egale ederek varlığını sürdürecektir. Bunun güzel bir örneği için bir video linki vermek istiyorum:


Youtube'a erişemeyenler için bu videoyu açıklayayım: Bir tür mantar var, ve böceklerin bedenini işgal ederek büyüyor. Daha sonra parçalarına ayrılarak yeni böceklere nüfuz ediyor. Ve popülasyonu tehlikeli oranda artan her böcek türüne karşı böyle bir mantar oluşmakta, her mantar da yalnızca tek bir böcek türünü hedef almakta. Yani doğa, karınca gibi, tırtıl gibi "çevre"nin bir parçası olan mahlukatların bile haddinden fazla üremesine müsamaha göstermiyor. Bir yolunu bulup nüfuslarını azaltıveriyor. 

Kısacası ortada bir "tehdit" varsa, tehdit altında olan biziz. Bu kavgayı kazanma imkanımız da yok, çünkü bizi ayrıcalıklı kılan bir özelliğimiz yok. Buradan hareketle, çevrecilik, aslında bencilce bir güdüden kaynaklanıyor bana kalırsa. Yani "çevreyi koruma" adına yaptığımız şeyi, aslında hayat kalitemizi yükseltmek için, kaynaklarımızı adamakıllı kullanmak için yapıyoruz. Zaten aklı başında her organizmanın da yapması gereken bu değil midir?

Ama insanoğlu ne yaparsa yapsın, bir buzul çağının veya kocaman bir meteorun bu gezegende yarattığı tahribatı yaratamaz; ki doğal yaşam, milyonlarca yıl içinde bu tarz binlerce olayın ardından bile varlığını sürdürmüştür, sürdürecektir. Dolayısıyla "abartılan" çevrecilik, iyi, hoş ama biraz da boş geliyor bana..

3 Aralık 2008 Çarşamba

Ölümlü dünya!

Ölümün insanlara perspektif katması çok net ve çok acı vericidir.

Aniden, hiçbir sorun, dünyadaki hiçbir olay, ne gelecek kaygıları, ne rekabet, ne "ekmek parası" ne de "başarı", ölüm kadar gerçek değildir. Başkalarının ölümü, bize, bizim de bir gün öleceğimizi hatırlatıverir. Ve hiçbir kalıcılığı olmayan şeyler uğruna boşu boşuna harcadığımız onca vaktin farkına varırız işte..Kavgayla, tartışmayla, kendi kendimize yarattığımız paranoyalarla harcadığımız o kısıtlı vakit için, kendimize değil de, ölümün katılığına isyan ederiz yine. Oysa, istemeden de olsa girdiğimiz oyunun kuralı bu..

Hele kendimize acımakla, bitmez tükenmez yoksunluğumuzu kendi kendimize tekrar yaşatmakla harcadığımız vakitleri düşünün..İnsan ilişkilerine dair yaptığımız planlar, kurduğumuz binbir türlü entrikalar, küçük oyunlar ve küçük hesaplar. Kontrol etme çabası, hayatı kendi irademizle yönlendirme isteği..işte ölüm bize en çok böyle koyuyor, bütün planları altüst ederek, bütün hesaplarımızı boşa çıkararak hatırlatıyor bize ufak planlarımızın önemsizliğimizi. 

Tam da bu yüzden korkutucudur ölüm. Hiçbişeyi bütünüyle kontrol edemeyeceğimizi, hayatta bizim irademiz dışında da gelişen bir takım olaylar olduğunu-üstelik bazen en beklenmedik anda bize hatırlattığı için. 

Bir de bilinmezlik var tabii. Ölümün bilinmezliği, ölünce ne oluyor, nereye gidiliyor, nasıl hissediliyor..bu gezegenden gelip geçmiş olan milyarlarca insan arasında bir kişinin bile anlatamamış olduğu bir gerçeklik. Bu bilinmezlik insanoğlunu hayali "afterlife"lar yaratacak raddeye bile getirmiş çağlar boyu. Hala da aynı kandırmacayla insanlar kendilerini rahatlatmaya uğraşıyorlar. Tabii amacım burada kınamak ya da yargılamak değil. Bu, oldukça insancıl bir tutum, zaten o yüzden dinlerin bu kadar çok takipçisi var. Kimbilir, belki böyle bişeye inanabilmek de üstün bir iradenin sonucudur.

Bir yandan da, ölüm aslında hayata hiç de yabancı olmayan, hayatla elele, yanyana giden bir kavram. Her insan hayatının bir döneminde ölmeyi istememiş midir? Şöyle sonsuza kadar sürecek bir uyku, kimsenin hesap sormadığı, kimsenin yalan söylemediği, kimseyi kandırmak zorunda olmadığımız, tamamen bize ait bir "durum". Hayattan bıktığımız, yaşamaktan yorulduğumuz zamanlar olmuyor mu? Hepimiz hayatımızın bir döneminde "acaba şu an ölsem nasıl olur, insanlar ne düşünür, ne yapar" diye düşünmedik mi? Ölümümüzün ardından kimlerin ağlayacağına, kimlerin aslında pek de üzülmeyeceğine, kimlerin düpedüz sevineceğine dair kendimizce öngörülerde bulunmadık mı..ve insanları bu şekilde kategorize etmeye çalışmadık mı?

Ya başka insanların ölümleri? Ailemizden birinin, bir arkadaşımızın, en çok da sevgilinizin ölümlerini kafanızda canlandırmadınız mı hiç? Sonrasında oluşacak kaosta neler yaşayacağınızı, kime neler söyleyebileceğinizi kafanızda kurmadınız mı? Kimi zaman birinin ölecek olmasının işinize geleceğini hissetmediniz mi hiç? Yoksa ben bir cani miyim?!

Ölüm, hem ölenler için, hem de geride kalanlar için çok net ve geri dönülemez bir değişim getirir. Buna hazırlıklı olmanın bir yöntemi yoktur. Üstesinden de gelinir mi, bilinmez..Şu da bir gerçek ki, ölüm hakkında yazılabilecek şeyler, en az yaşam hakkında yazılacak şeyler kadar fazladır. Dolayısıyla, ölüm bir şekilde hayatın yansımasıdır da..

28 Kasım 2008 Cuma

Dış görünüş kompleksleri..

Dış görünüşümüz "biz"i ne kadar yansıtıyor? Sakallarım, saçlarım, giyim-kuşamım etrafımdaki insanlara benim hakkımda neler söylüyor? Neden bu söylenenlerin çoğundan haberim yok?

Hiç inkar etmeye lüzum yok, sık sık aynaya bakan bir kişiyim. Ve zaman zaman kendimi beğenirim de, neden saklayayım bunu? Öte yandan görüşünüme çok özen gösterirsem de bu sefer kendimi kandırıyomuşum gibime geliyo. Yani elden geldiğinde doğal ve sıradan gözükmek benim için daha güvenilir bir yol sanırım. Bu, belki de dış görünüş bazında birileriyle yarışmaya kalksam derhal eleneceğimin bilinciyle gelen bir alışkanlık. Marka merakım yok, ama asla marka giymem gibi bir kibirim de yok. Kısacası kendime yakıştırırsam giyerim. Hatta kendime yakıştırırsam dış görünüşümü her an her yöne doğru değiştirebilirim. (insert gay joke)

Başka insanların dış görünüşüm hakkındaki yorumlarını minimum düzeyde kaale alırım. Sanırım bu noktada da "battı balık yan gider" tarzı bir anlayışım var. Üstelik görünüşümüz belki de en geçici ve en değişken özelliğimiz, o yüzden görünüşümüzle tanımlamamamız lazım kendimizi. Belki de bu yüzden, başka insanların görünüşü hakkında yorum yapmayı da pek sevmem. Tabii bazen bir takım insanlara duymak istedikleri şeyleri söylemek gerekiyor, şüphesiz..(insert relationship joke)

Ama şimdi biraz daha genel bakalım. Hem bizim toplumumuzda, hem bütün dünyada güzellik bir standarda oturtulmaya çalışılıyor. Beyaz (veya solaryuma maruz bırakılmış) ten, bir kalıp şeklinde ve düz saçlar, illa ki renkli gözler, küçük ve düzgün bir burun, küçük kulaklar, ince bir vücut, uzun bacaklar, pürüzsüz bir ten, ince ve hafif kavisli kaşlar ve daha neler neler ki burada saymaya başlarsam biraz abazalığa kaçabilir..sadece bütün bu özellikleri barındıran insanlara "güzel" diyeceksek, işimiz var. Bence büyük burunlu biri de, kel biri de, kısa boylu veya kahverengi gözlü veya büyük kulaklı birisi de "güzel" olabilir, neden olmasın?

Tabii bu güzelliği bir standarda oturmanın hesabı, o "üst" seviyeye yaklaşmanız için kullanmanız gereken ürünleri satabilmek üzerine yapılmış. Kremler, losyonlar, "istenmeyen tüyler" için gereçler, "istenen tüyler" için saç ektirme yöntemleri, makyaj malzemeleri, kalemler, fondötenler, yaşlandırmayı geciktiren (ama asla tamamen yokedemeyen) ürünler, estetik ameliyatlar yani kısacası bütün bir kozmetik endüstrisi..buna bir de tekstil endüstrisini ekleyin-çünkü vücudunuzun görünüşünün yanısıra kıyafetleriniz de size dair çok önemli ipuçları barındırıyor. Belli bir markayı giymek, paranızı özellikle bir marka için harcamak sizi statü sahibi yapıyor bu garip gezegende.

Kozmetik endüstrisinin bütün gelişmiş ülkelere dayattığı "güzel" doktrininin yanında, güzelliğin "sağlıklı olmak" anlamına da geldiğini idrak etmemiz isteniyor. Yani o şampuanı, saç bakım kremini, vücut losyonunu, yüz kremini, el kremini, epilasyon gerecini, kıç kremini falan kullanmak, bizi sadece "güzel" değil, "sağlıklı" da kılma potansiyeline sahip. Eh, herşeyin başı sağlık olduğuna göre, sağlığımızdan şüphe etmesek de bu ürünleri kullanmamızda fayda var, değil mi? Kozmetikle ilgili reklamları düşünün; ince, uzun boylu, pürüzsüz ciltli, gergin yüzlü, gözaltlarında torbacıklar bulunmayan kadın-beyazlar içinde, bakım yaparken veya spor sonrası çok güzel bir banyoda duş alırken,  alabildiğine mutlu, dinç, huzurlu ve sağlıklı gösterilmekte. Sanırsınız ki Nirvanaya ermiş. Alt tarafı bir krem sürüyor. Halbuki benim cildim biraz kuru olabilir, ben şimdi o reklamdaki insana göre sağlıksız mıyım? Mutsuz muyum, gözümün altında uykusuzluktan dolayı biraz morluk var diye?

Bir de şu var, kendisiyle barışık olmayan insan, yüzünü ne kadar gerdirirse gerdirsin, dış görünüşüyle ne kadar oynarsa oynasın, mutlu olamaz, tatmin olamaz. O yüzden bu kadar önemsemeyelim dış görünüşü, bir gün güzel oluruz, bir gün çirkin, bir gün dinç oluruz, bir gün yaşlı gösteririz..Mühim olan başkalarının eleştirilerinden çok, bizim kendimizi nasıl gördüğümüz. Bu konuda da "mutlak" bir otoriteden sözedilemeyeceğine göre, ve güzellik dediğimiz kavram da insandan insana farklılık gösterdiğine göre, gelin kozmetiğe harcayacağımız parayı daha verimli ürünler veya aktivitelere harcayalım..(insert universal message)

21 Kasım 2008 Cuma

Teröristliğimiz (2)

Gerçekten barış istiyorsak, maddi manevi bütün silahları-milliyetçi söylemi ve ötekileştirmeyi bırakmak şarttır.

1789 Fransız ihtilaliyle doğan milliyetçilik, bir tepki hareketiydi. Halkların kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olma isteği, boyunduruk altında yaşamak istememeleri, kendi yöneticilerini seçme haklarını aramaları üzerine doğmuştu. Büyük imparatorlukların, derebeyliklerin, aristokrasinin sonu gelmişti artık, keyfiyet bitmişti, babadan oğula geçen egemenlik bitmişti. Bugünün özgür ve demokratik dünyasını Fransız ihtilali olmadan hayal etmemiz mümkün değildir. 

Ancak 20. yüzyılın başlarında milliyetçilik, nasyonalizme de kayarak "iktidar"a gelince neler oldu? Tarihin en korkunç kıyımları, etnik temizlik, ötekileştirme, eşi benzeri görülmemiş yoğunlukta baskı üreten rejimler..Üniter olma fikri, totaliter zihniyet ve milliyetçilik faşizmi doğurdu. Ve bu faşizm, kendisini karşıtlıkları üzerinden tanımladı-dolayısıyla "karşıt" olanı yok etmek mübah sayıldı. Artık bir ırka mensup olmamanız sizin "suçlu" olmanıza yetiyordu. Bu akımdan elbette biz de etkilendik.

Devletin ve biz Türklerin bugün hala korumaya çalıştığı milliyetçilik, bu tarz hamasi bir milliyetçiliktir-"ya sev ya terket"-"Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi düsturları benimsemiş bir harekettir. Peki yelpazenin öbür tarafında ne var? Kürtlerin milliyetçiliğini, tepkisel olduğu için mazur görebilir miyiz? Oralarda da işi etnik ayrımcılığa taşıyan, sadece devleti değil, sivil vatandaşı da düşman olarak görenler yok mu? 

Pekala kabul ediyoruz, devlet vatandaştan tamamen bağımsız bir varlık değildir, o devleti yaratan üzerinde yaşayan insanlardır. Ancak yaşanan mağduriyete karşı ses çıkaran, Kürtlere haklarının verilmesini savunan sivil vatandaşların bile terörden zarar görebilmelerini anlayışla karşılamak mümkün değildir.

Bazı Kürtlerin hala PKK'yı destekliyor olması, onların bu örgütü hala "haklarının savunucusu" konumunda görmesinden kaynaklanmakta. Bu, aslında çok yadırganacak bişey değil, çünkü gerçekten gösteriş için bile olsa onların haklarını başka savunan yok. Ancak İstanbul'un göbeğinde bomba patlatmak, veya zorunlu olarak askere alınmış gencecik bir çocuğu mayınla havaya uçurmak, ya da zaten yoksul olan bir aileyi haraca bağlamak-Kürtlerin hak arama mücadelesine ne katıyor? Onları sevindiriyor mu bu tip eylemler? Türk veya Kürt bir annenin evladını kaybetmesi, ağlaması, dünyasının yıkılması-Kürtleri o çoktan elde etmeleri gereken haklarına yaklaştırıyor mu gerçekten?

Bu savaşa iki taraf da gençlerini kurban veriyor. Bazı Kürtler için PKK'ya katılıp dağa çıkmak bir şan-şeref meselesi-tıpkı bizdeki gibi. Bazıları intikam için, bazıları da "zorunlu" olduğu için giriyorlar mücadeleye. Ve aslında aldıkları emirleri uygulamaktan başka bişey yapmıyorlar. O emirleri uygulamamaları konusunda neler olacağını herhalde hepimiz biliyoruzdur. O yüzden burada birinci derecede sorumlu olanlar dağlarda, ovalarda ellerinde silahla birbirini vuranlar değil-onların eline o silahı tutuşturup öldürme emrini verenlerde. Burada iki taraftan da bahsediyorum elbette. Silahların susması ancak en tepedekilerin emriyle mümkün bu saatten sonra. Ve iki taraftan da silahları susturmaya yönelik bir girişim yok-kaybedilen onbinlerce gence rağmen.

Geçen yazıda da bahsettiğim gibi, biz Kürtlere sürekli anlatılacak korkunç hikayeler veriyoruz. Ama PKK'nın yaptığı da buna çok benzer birşey, vicdan sahibi herkesin canını yakan birşey. Ve şunu da kabul etmeliyiz ki açıkça vatandaşına zarar vermekte olan bir örgütle savaşmayacak devlet de yoktur, olmamalıdır zaten. Ancak savaşırken kullanılan yöntem ve konulan hedefler-bizim adalet anlayışımızı belirler. Ne OHAL'in verdiği yetkiyle yargısız infazlar, işkenceler, haksız tutuklamalar gerçekleştiren, JİTEM veya Ergenekon tarzı oluşumların bölgede güç sahibi olmasına göz yuman TSK, ne de şehirlerde bombalı eylem yapan, yollara mayın döşeyen, yolcu otobüslerinin yolunu kesen, vatandaşı haraca bağlayan PKK bu savaşta "adil" bir biçimde savaşmamıştır. 

Hiç şüphe yok ki bizim hamasi milliyetçi söylemlerimiz kadar PKK'ya yardımcı olan bir söylem tipi daha yok. Biz yangına körükle gittikçe, PKK kendine daha radikal yandaşlar bulabilmekte, devlete ve Türklere karşı Kürtleri çok daha rahat kışkırtabilmekte. Onlara bu şansı vermemek için derhal barışçıl bir dille konuşmaya başlamamız şart. 

Ama hayır, iş sadece bize düşmüyor. Hak arayışında olan, adalet arayışında olan, buna samimi olarak inanan Kürtlerin de, PKK'nın önkoşulsuz olarak silah bırakmasını talep etmeleri gerekiyor-ve bu gerçekleşmediği sürece de bütün desteklerini çekmeleri lazım gelir. Masumlara zarar vermenin pazarlığı olmaz-"önce hakları verin, sonra silah bırakalım" demek şantajdan ve tehditten başka bişey değildir.

Sonuç olarak, iki taraf da kendi içinde özeleştirisini yapıp-karşı tarafında eleştirilerine kulak verip, derhal, hiçbir şart sunmadan silahını bırakmalı ve masaya oturmalıdır. Bu sorunun çözümü için silah içeren herhangi bir alternatif başarıya ulaşmayacaktır.

20 Kasım 2008 Perşembe

Teröristliğimiz (1)

Öncelikle ilkelerde anlaşalım.

Hiçbir mücadele, hiçbir fikir, hiçbir ideoloji, hiçbir hak arayışı, hiçbir ezilmişlik veya yoksunluk-masum ve sivil bir insana zarar vermeyi meşrulaştıramaz. Yani amacınız ne kadar kutsal olursa olsun, size zarar vermemiş bir insana, yani sizin başınıza gelenlerden birinci derecede sorumlu olmayan bir insana zarar vermeniz, sizi insanlıktan çıkarır-suçlu konumuna getirir. Sadece hukuken değil, vicdanen de suçlu. İnsanlık karşısında suçlu. 

Bunda uzlaştıktan sonra, önce kendimize, devletimize-sonra da "karşıdakilere" veya "uzaktakilere" bakalım. Bunun için iki ayrı yazı yazıcam ve bu yazıda devletin sorumluluğuna, ikinci yazıda da Kürtlerin sorumluluğuna değinicem. Aslında o bölgeleri gezmeden, o insanlarla içli dışlı olmadan bu yazıyı yazmaya kalkışmak biraz ukalaca olacak ama, Kürt sorunu, bu ülkenin en büyük sorunudur ve fikir üretmeden, düşünmeden, empati yapmadan çözmemiz mümkün değildir. O yüzden ben de dilim döndüğünce, anladığım kadarını aktarmaya çalışıcam.

Öncelikle ikrar etmemiz gereken çok kritik bir gerçek var: hepimiz suçluyuz. Bu devletin kuruluşundan beri, hepimiz, sürekli suç işlemekteyiz. Çünkü bizim insanlarımız, bizim vatandaşlarımız zarar görmekteler. Ve biz bunu değiştirecek hiçbir adım atmamakta ısrarcıyız. Üstelik 25 yıldır da yol açtığımız acının bize geri dönüşünü yaşıyoruz. İnsanlıktan çıkarma raddesine getirdiklerimizin, insanlık dışı intikamını tadıyoruz. Ve bu yüzden de içimize utanç yerine öfke dolmaya devam ediyor.

Ülkece çok kritik bir noktaya sürükleniyoruz. Bu süreç elbette 25 sene önce başlamış değil. Peki biz ne yaptık? Bu insanlar, sadece artniyetlerinden dolayı mı devlete karşı ayaklandılar? Yoksa gerçekten sabrın bir sonu var mı? Peki bu sabrın sonu bile, masum insanlara zarar vermeyi meşrulaştırır mı? O zaman karşı çıktığımız şeye dönüşmüş olmaz mıyız? Bu, bir sonraki yazının konusu.

Şimdi, elimizi vicdanımıza koyalım. Kürtlerin bu topraklarda yüzyıllardır yaşadığını artık kimse inkar edemiyor (böyle bi dönem de yaşandı). Ancak halen Kürt kimliği devlet tarafından tanınmış değil. Peki tek sorun bu mu? Elbette değil.

Kürtler, bu devletin kuruluşundan beri maddi-manevi acı çekmekteler, zarar görmekteler.Tek suçları da misak-ı millinin sınırları içinde yer almak ve Türk olmamak. Devlet, doğu ve güneydoğu anadoluda devletliğini yapmadı, yalnızca bekçilik yaptı. Kürtler, makbul vatandaş değil bir "güvenlik sorunu" idi. Daima teftiş edilmeli, denetim altında tutulmalıydılar. Mazallah, her an "üniterliğin" dışına çıkıp "birey" olabilirlerdi!

Devlet, (yani hakim ideoloji) daha en başta toprak reformunu yapıp oranın halkını ağalardan, törelerin boyunduruğundan kurtarmadı. İktidara gelen her parti, bölgenin feodal yapısını korumak için adeta özen gösterdi. Çünkü "ağa"yı kafaladıktan sonra, "ahali"nin oyları cepteydi. Bunun yanısıra, "komünizm" (özünde bilinçlenme) korkusuyla o bölge halkının eğitimini ve kalkınması aksatıldı. Bölge, kasten yoksun ve yoksul bırakıldı. İnsanlar anadillerini konuşamadılar, çocuklarına annelerinin, dedelerinin ismini koyamadılar, kendi kültürlerini geliştiremediler, yaşatamadılar. Bu, onların tembelliğinden kaynaklanmadı değil mi?

Kürtlerin siyaset yapması da her daim engellendi. Açtıkları bütün partiler kapatıldı, DTP de kapatılmak üzere işte. RP'nin kapatılmasını haklı bulan AİHM, diğer parti kapatmalarını kesinlikle haksız bulmakta. İnsanların hakkını gasp etmekteyiz, "cumhuriyet" diye öve öve göklere çıkardığımız rejimimizde, bir bölge halkının temsil hakkını kasıtlı bir biçimde sürekli ellerinden almaktayız.

Sadece bu kadar mı? 1980 ve diyarbakır cezaevinden  bahsetmeden bugünkü sorunu kavramamız sanırım mümkün değildir. Fikren bile olsa hiçbir örgüte bulaşmamış, siyasetin ne manaya geldiğini bile bilmeyen genç-yaşlı yüzlerce insanın eşi benzeri görülmemiş işkencelerden geçirilmesi-toplumsal hafızada nasıl bir travma yaratır, tahmin edebiliyor musunuz? Peki sonrasında neler oldu? OHAL, yakılan köyler, zorunlu göç(dolayısıyla şehirlerde varoşlaşma), yargısız infazlar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, bölgede cirit atan çeteler..Her türlü hukuksuzluk, haksızlık, zorbalık yaşandı oralarda.

Bunlar daha yeni işlenmiş suçlar. Bundan öncesi de var. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isyanların bastırılma şekli, halen tartışılıyor. Avrupa parlamentosunda Dersim olayları daha yeni konuşuldu. Bunlar, o bölge insanlarının hafızasında yer etmiş olaylar.

Burada bir parantez açayım: Bu tarz olaylar gündeme gelince (Ermeni tehciri, dersim olayı, mübadele) devleti savunmaya geçen insanlar hemen "kanıt" soruyolar, "belge" soruyolar. Babannem bana kurtuluş savaşı yıllarında Yunanlıların yaptığı zulmü anlatırdı: evleri yakmaları, yağmaları, saldırıları vesaire..Ve tabii Türk ordusunun gelip onları zulümden kurtarmasını, Mustafa Kemal'i gözleri dolarak, sevinçle, derin bir saygıyla anlatırdı. Ben tutup babanneme "bunları belgeleyebilir misin?" diye sormadım, çünkü sesinin tonundan, Yunanlılara karşı sözlerindeki öfke ve korkudan; ve Mustafa Kemal'den bahsederken sesini aniden dolduran sevgi ve saygıdan anlıyordum sözlerinin doğru olduğunu. 

İşte Kürtler de benzer hikayelerle yetişiyorlar kuşaklar boyunca; bu hikayeleri onlara "dış mihrakların ajanları" falan anlatmıyor, dedeleri, nineleri, canları, ciğerleri anlatıyor. Tahmin edersiniz ki anlatılanlar devleti ve askeri hiç de "över" nitelikte değil. Bu insanlar, çok ciddi bir travmadan geçmişler. Ve, kusura bakmayın, bu kadar korkunç yaşanmışlıklar üzerine bi de belge istemek biraz abes kaçıyor. Önemli olan, öncelikli olan, bundan sonraki kuşakların bu hikayeler yerine daha barışçıl, daha insancıl hikayelerle büyümesini sağlamak. Mağduriyete, yoksulluğa, yoksunluğa ve baskıya son vermek. Sonraki kuşaklara özgürlüğe, kültüre, dostluğa, birarada yaşamaya, insanlığa dair hikayelerin anlatılmasını sağlamak.

Şimdi söyleyin: Bu ülkede, güneydoğu anadolu bölgesinde doğmuş olmak ister miydiniz? Kendinizi şanslı sayar mıydınız? Aklınıza ne geliyor oraları düşününce?

Çok açık bir gerçek daha: oralarda "yaşanmıyor". Kanıt mı istiyorsunuz? Çok basit bir gerçek. "Yaşanabilirlik" üzerine yapılan bir araştırma geçenlerde cnbc business dergisinde yayınlandı. Güneydoğu illerinin tamamı son sıralarda. "Yaşanabilirlik" kriterleri nelerdir? Devlet, o bölgeyi sınırları içerisine katarken "buraları alalım ama buralarda yaşanmasın" demiş olabilir mi? Böyle bir hakkı var mı? Hayır. Devlet, o topraklar üzerinde yaşayanlardan sorumludur.

Sözün özü: o topraklarda devletin kendi eliyle açtığı-ve kapatmaya yanaşmadığı derin bir yara var. Bu yara insanların sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal bütün hayatlarını sarmalamış durumda. Ve ısrarla kapatılmayan yara, 25 yıl önce büyük bir enfeksiyon yarattı. O enfeksiyonu gidermenin yolunun, bölge halkını daha fazla baskı altında tutmaktan geçtiğini zannedenler, 25 yıldır yanılmakta ve enfeksiyonu daha da yaymakta, güçlendirmekte. O bölgede bir takım insanlar, artık insanlıktan çıkmış bir vaziyette karşı saldırıya geçmiş vaziyetteler. Ellerinde ne var ne yoksa devlete baş kaldırıyorlar. Hiç şüphe yok ki suçlular. Ama onları yaratan devlet de en az onlar kadar suçlu. Ve yetki sahibi olduğu için, aynı zamanda bütün olanlardan da sorumlu.

Devlete düşen, bölge halkına artık en temel insani haklarını teslim etmektir. Onları ikna etmektir. Kendi gelecekleri, kendi kültürler, kendi dilleri, kendi toprakları üzerinde söz söyleme hakkını önkoşulsuz olarak onlara sunmaktır. Çünkü o 80 yıllık yara kapanmadan enfeksiyonu gidermenin yolu yok. 

17 Kasım 2008 Pazartesi

you did not fuck me!

Evet evet, bizler aslında gerçeklikten fazlasıyla korkan insanlarız. Hislerimizi, eylemlerimizi bir neden-sonuç ilişkisine bağlayabilmek için terler dökeriz, yaptıklarımız vicdanımızın sesine aykırı olmasın diye binbir takla atarız, gerektiğinde bencilliği bile bir erdem olarak sunabiliriz kendimize. "Karakterimizin değişmez özellikleri var" deriz, "bu değişmez özelliklere uyan davranış neyse onu yaptım, kendimi korudum" deriz, evet, marifetmiş gibi!

Geçenlerde izlediğim nip/tuck bölümü aslında herşeyi çok net ortaya koyuyordu. Kelimeler yalnızca bizim hayvansılığımızı içine sardığımız zarif bir örtü, bir çeşit medeniyet maskesi. Utanıyoruz hayvansı olmaktan, çünkü ahlaklı olduğumuzu düşünüyoruz, ilerlediğimizi, sevgi-saygı dolu insanlar olabildiğimizi düşünüyoruz. Bize "medeni" olmak öğretilmiş, seksten utanmak öğretilmiş, herkeste bütün doğallığıyla bulunan cinsel organlar-ayıplanmış.

Üstelik, istediğimiz nedir? En derine, en temele inildiğinde, tutsağı olduğumuz, hayatımızı yönlendiren, en büyük sevincimizin ve en büyük üzüntümüzün yegane kaynağı nedir? Dört harfli bir kelime, dikkat edin, işte geliyor: SEKS. Ve hayır, aşkla seks farklı şeyler değil aslında. Aşk da tıpkı kelimeler gibi bizim seks ihtiyacımızı sarıp sarmaladığımız zarif bir örtü.

Çünkü, düşünsenize, kelimeler gidermez yalnızlığımızı, dokunmak giderir. Öpüşmek, sarılmak, sevişmek giderir. Bir sevgilin olduğunda da yalnızsındır ki. Onunla aynı günün farklı versiyonlarını yaşamak, aynı mekanlara gidip aynı şeyleri yemek-içmek, aynı konuşmaların farklı versiyonlarını yapmak gidermez yalnızlığımızı. Sevgi sözcüklerini tekrarlamak da gidermez, yazılar yazmak da gidermez. Ama ne giderir? Şöyle bi sarılmak, sarılıp yatmak, tenin tene dokunuşu, dudağın dudağı öpüşü..yalnızlığa ve ölüme içgüdüsel bir başkaldırıdır bu ve bundan etkilisi olamaz!

Sadece o birleşme anında hissederiz dünyada bir başka bedenin içinde olduğumuzu ve bir başka bedenin bizim içimizde olduğunu ve ancak o zaman, birlikte, aynı şey için hareket ettiğimizi, aynı şeyden zevk aldığımızı tam anlamıyla hissederiz..bir "iletişim" kurmanın, karşı tarafa gerçekte ulaşmanın ve ötesine geçmenin en gerçek yoludur bu. Bu spotane birliktelik ancak sevişirken en bariz halindedir. Yalnızlık da, ancak o anlarda unutulur, etkisini yitirir.

Ne gariptir ki, gerçeklerden korktuğumuz gibi seksten de korkuyoruz. Ya ters giderse, ya devamı gelmezse, ya tenimiz uyuşmazsa, ya terkedilirsek, ya sıkılırsak..ve tabii vicdanımız, ahlakımız da var. Hep engelliyoruz kendimizi, hep zorluyoruz, hep olmadık hesaplar yapıyoruz sevişmek istediğimiz insanlar hakkında. Kendimizi kullandırtmayız öyle herkese! Medeni insanlarız, uluorta sevişilmez medeni ülkelerde! Bizi hayvanlardan ayıran budur hem, di mi ama?Hem sonra, elalem ne der?

Halbuki, gerçekten, hayvan olmak o denli kötü müdür? O denli aşağılık bişey midir? Yoksa içgüdüsel olarak ihtiyaçlarını gidermek, insanların da hayvanların da ortak noktası mıdır?

Yani farkında mısınız, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan her gün binbir türlü önsevişme zahmetine katlanıyor, ilişkiler uğruna binbir takla atılıyor, yalanlar söyleniyor, insanlar birbirini üzüyor-kırıyor-terkediyor-aldatıyor-dövüyor hatta hatta öldürüyor! Cinsel istekleri karşılık bulmadığı için kibirle, nefretle, kompleksle dolan milyonlarca insan olduğuna eminim ben. Ve bu karşılıksızlık dünyadaki şiddetin, sıkıntının, baskının, zorbalığın en önemli sebeplerinden biridir bana kalırsa. Düşünsenize, bütün vücudunuzun, benliğinizin, varlık sebebinizin baskı altında bırakıldığını, serbest kalamadığını. Ve bu baskıyı yaratan nedir? Ahlak, din, toplum, aile, devlet ve tabii kendimiz..Evet, hepimiz, elbirliğiyle seksimizi bastırıyoruz!

Rahat ettiğimiz, herşeyi olduğu gibi, açık açık yaşayabildiğimiz, kimsenin yalnızlığını gidermesine engel olmadığımız bir dünya düşünün şimdi..Kimsenin kimseye karışmadığı, kimsenin kimseyi tercihlerinden ötürü yargılamadığı, kimsenin kimseyi istemediği bişey yaptırmaya zorlamadığı bir dünya..çok mu zor?

(aslında bu eski bi yazım, ama buraya çok uygun olduğunu düşündüğüm için biraz düzenleyerek ekledim)

16 Kasım 2008 Pazar

Ölümüne içmek

Sarhoş olmak niçin güzeldir? 

Kontrol. Beynimizin yegane varoluş sebebi. Ve beynimiz uyuştuğunda, kontrolümüz de zayıflıyor. 

Sürekli bir kontrol-denetleme halinden beynimizi çıkarmak, onu gevşetmek ama aynı zamanda uyanık olmak. Kontrolün azalması ama işgücünün hafiflemesi. Normalde delicesine önem verdiğimiz herşeyin biraz bulanıklaşması, anlamını yitirmesi. Cesaretin artması, patavatsızlığın had safhaya ulaşması, çocuksu bir mutluluk hali, kendini gerçekten dünyanın hakimi hissetmek ve kimseyi takmamak..

Genelde hayatı hoyratça yaşayanlara alkolik gözüyle bakılır. Ya tam tersiyse? Hayatı fazla ciddiye alanlar, beyni bu ciddiyetin yükünden kurtarabilmek için sürekli içmektelerse? Bu bir kaçış mıdır, bi bakıma evet. Ama aynı zamanda bir hassasiyetin, bir kırılganlığın göstergesi de olabilir. Sıradan insanda bulunandan daha fazla melankoli vardır sanki alkolik insanlarda. 

Garip olan şu ki, hüzün de sevinç de içmek için bir bahane olur. Hüznü anladık, kafamızı dağıtmak için içiyoruz, gevşiyoruz, kontrolü bırakıyoruz. Ama ya sevinç? O da mı bize fazla geliyor? Onu da mı uyuşturmamız, biraz sesini kısmamız lazım? Acaba sevinmek de üzülmek gibi beynimizi yoruyor mu? İyi de biz hayatımız boyunca mutluluğu aramıyor muyuz? Bulduğumuzda neden beynimizi uyuşturalım ki?

Yoksa biz, arada bir önemsizliğe, boşluğa ve hiçliğe özlem mi duyuyoruz? Arada bir kontrolü tamamen yitirmek, sevinç veya üzüntü duymamak, olayları nedenleri ve sonuçlarıyla değil, o anda, olduğu gibi değerlendirmek..bunda mutluluktan öte bir konfor mu buluyoruz? Mutluluk arayışı bizi haddinden fazla mutsuzluğa uğratıyor. 

Öyleyse ölüme gelelim. Ölümden daha iyi uyuşukluk mu var? Ölüm, bizim kontrolümüzün sonudur. Artık yapabileceğimiz hiçbişeyin olmadığı noktadır. Hayatla ilgili gerçekten herşeyin önemini tamamen yitirdiği durumdur. İçki içmek, yani ileri raddede içmek, ölümle flörtleşmeye benziyor böyle bakınca. Bu uyuşmanın bir alışkanlık haline gelmesi, tamamen biyolojik nedenlerle açıklanabilir mi?

Sarhoş oluruz, kendimizi kaybederiz, nedensizce güler-ağlar, nedensizce koşar zıplarız..ve sabah uyandığımızda, kendimizi yeniden hayatta hissederiz; özellikle de başağrısı ve susuzlukla. Ölümle flört sona ermiş ve beyin hayata dönmüştür..

11 Kasım 2008 Salı

Saat 9'u 5 geçe, Atam Dolmabahçe'de..

Bize öğretilen Atatürk'le, gerçekten yaşamış olan Atatürk arasındaki farkların iyice ayyuka çıktığı bir dönemi yaşıyoruz. Atatürk artık bütün çevrelerde, bütün boyutlarıyla tartışılabilir hale geldi. Bu, elbette ki sağlıklı birşey. Bu sürecin devamı hem Atatürk'e atfedilen "ilahi-doğaüstü" gibi sıfatların geçerliliğini yitirmesini, hem de Kemalizm denen yarı-dinin, artık işlevselliğini yitirmiş bir sistemin açıklarını kapamak üzere sonradan oluşturulduğunun anlaşılmasını sağlayabilir. Daha "insani" bir Atatürk, şüphesiz ki daha geniş çevrelerce kabul görecektir. Zorla aşılanmayan Atatürk sevgisi, daha doğal bir biçimde, "kendiliğinden" yer bulacaktır içimizde. 

Yarı-din lafına mı takıldınız? Her yılın belli dönemlerinde, hatta belirli günlerin belirli saatlerinde, aynı kıyafetler giyilerek, aynı sözleri söyleyerek, aynı duyguları yaşayarak, hep ezberlenegelmiş törenler ve merasimleri gözünüzün önüne getirin. Ve bunların kaç yıldır tekrar tekrar yapılmakta olduğunu düşünün. Bunun yanına Anıtkabir ziyareti ve orada her seferinde aynı biçimde tekrarlanan programı aklınıza getirin (saygı duruşu-defteri imzalama-o deftere yazılanlar-devlet erkanının hazır bulunması-çelenk koyan iki askere yardım eden günün ziyaretçisi vs vs). Tamam, anlamlı olabilir, anmak gerekli ve önemli de olabilir, ancak bu anma şekilleri, biraz uzaktan baktığınızda size ritüel hissini verecektir. Laik bir devlete ritüeller ne derece yakışmaktadır? Bu ritüellerin her sene eksiksiz yapılmasını Atatürk vasiyet mi etmiştir, yoksa biz sonradan kendimize vazife mi çıkarmışızdır? Bunlar önemlidir, bunlar tartışılmalıdır, çünkü bu törenlerde, hem bütün bir milletin bilinçaltını, hem de devletle halk arasındaki o gerginliği incelemek mümkündür. 

Kaldı ki bunların tartışılması, bu tartışmalarda söyleyeceğimiz herhangi bir söz, Atatürk'e ve yaptıklarına gölge düşüremez. Niçin düşürsün? Onun kurduğu cumhuriyeti yaşıyoruz. Bu yalın ve sade bir gerçek, bunun etrafından dolaşmanın, kıyısından köşesinden yontmanın imkanı yok. Saltanat'ın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması, kuşkusuz bu ülkeye yapılmış en büyük hizmettir. Bunu da tartışacak kimse olduğunu zannetmiyorum zaten. Ama kemalizmde çarpık bir tümevarım sözkonusu: eğer Atatürk'ün bir eylemini tartışıyosan, bütüüün cumhuriyetin meşruiyetini bile tartışıyosundur. Söz gelimi kıyafet devrimi tartışılabilir. İnsanlara zorla belli bir kıyafeti giydirmek, onların bir gün gerçekten batılı olmalarını sağlar mı? Sizce bugün batılı olmayı başarabilmiş bir ülke miyiz? Şimdi bunu tartıştım diye Atatürk düşmanı mı oldum? Atatürk'ün bazı işlerini sevip, diğerlerini eleştirme hakkım yok mu?

Tartışma, aslında bazı insanların kafasındaki "doğaüstü" Atatürk imajının zedelenmesinden çıkıyor. Hiçbir hatası olmayan, asla eleştirilmesi gerekmeyen, herşeyi her zaman doğru yapmış olan "ulu önder" hikayesi, aslında çok işlevsel. Bir kere "milletimizin bağrından" böyle yüce bir insanın, destansı bir kahramanın çıkabilmiş olması, bizim ne kadar "büyük, yüce ve ulu" bir millet olduğumuza dalalet etmekte. Bu "omnipotent" insan imajı, ve beraberinde onun ve yaptığı her hareketin tartışılmaz olması, yani tabulaştırılmasıyla oluşturulan ideoloji (kemalizm), geçmişimizin bazı karanlık bölgelerini zarifçe örterken, bugünkü bazı hukuk dışı eğilimleri bile maskeleyebilmekte, hatta bir meşruiyet aracı olarak kullanılabilmektedir. Kendisini "onun bakışıyla" donattığını düşünenler, "üzerimizde oynanan oyunlar"a dair bitmek tükenmek bilmeyen masallar anlatabilmekte, "iç ve dış düşmanlar"ın uzuuun uzun listelerini yapabilmekte, memleketini koruyup kollamak için en uygun kişiler olduklarını gururla beyan etmektedirler.

Bu "ilahlaştırma"nın başka işlevi de şudur:bu ülkede devlet sevgisi, hatta vatan-millet-sakarya sevgisi, Atatürk sevgisiyle ölçülür. Eğer Atatürk'ü yeteri kadar seviyorsan, vatanı milleti de seviyorsun. Hayır, tersi geçerli olamaz. Çünkü vatanı ve milleti devletin sana öğrettiği şekilde, sana daha küçüklüğünden itibaren pompalanmaya başlanan hamasi söylemlerle sevmelisin. Halbuki sevgi, her zaman mantıksal çıkarımlara dayanan bir his değil, bir insanın bir başka insanı sevip sevmemesi, o insanın siyasi kimliğini bütünüyle anlatabilir mi? Bütün devletin tek bir insanla özdeşleştirildiği bir ülkede, malesef bu da mümkün. 

Siz, Atatürk'ten sonra gelenler! (çünkü herşey ve herkesten önce o vardı, gökten zembille indi) Sizin sevginiz de, niyetiniz de sürekli teftiş edilmelidir! Makbul bir vatandaş mısın? Kimliğin-kıyafetin-dilin-düşüncelerin ve duyguların, devletin (buralara Atatürk adını sokuşturmak işe yarar) vatandaşlık tanımına uygun mu? Atatürk'ün miras bıraktığı ilkeleri can-ı gönülden takip ediyor musun? Kemalizm tam olarak budur işte, Atatürk'ten çok Atatürkçü olmaktır. Onu kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye koyan, sonra da koşulsuz itaat ve sevgi bekleyen bir ideolojidir.

Eee, boşuna dememişler "faşizm konuşma zorunluluğudur" diye. Devlet için, ideoloji için makbul olman yetmez, makbul olduğunu dile getirmen de gerekir. Yoksa, bizden değilsin. Yoksa, işbirlikçisin. Yoksa, vatan hainisin. Sorgulamayacaksın. Tartışmayacaksın. O herşeyi doğru bildi, doğru yaptı, daha iyisi de yapılamazdı. 

Daha en baştan sormamız gereken şey, madem bu kadar mükemmel bir sistemimiz, altyapımız ve kapı gibi ilkelerimiz var, neden bu haldeyiz ülkece?

Hem Atatürk, hem de ilkeleri tartışılmalıdır, tartışılabilmelidir. Yoksa onun bize bıraktıklarının ötesine geçmek, üzerine daha iyi, daha adil bir sistem inşa etmek nasıl mümkün olur? İnkılapçılık, tam olarak bunu yapmamızı gerektirmiyor mu? Mesela bugün devletçilik diye bir şey kaldı mı? Halkçılık'ı hangi partiler benimsedi? Egemenlik ne zaman kayıtsız-şartsız milletin olabildi? 6 ok'tan biri neden demokrasi değil?

Bir de kemalizm üzerinden halkı aşağılayan, halkı kemalizme layık bulmayanlar var. Lafta herkesten daha Atatürkçü olanlar, egemenlik milletin olsun dediğinizde ilk burun kıvıracak olanlardır. Halk, hep yanlış partilere oy vermişlerdir çünkü. Ezelden beri cahildirler (hayır efendim, ne münasebet? bunda devletin ne sorumluluğu olabilir?). Milletin Atatürk sevgisi yetersizdir, o yüzden demokrasiye layık değildirler. Henüz vakti gelmemiştir, ehlileşmemişlerdir, eğitim şart-şart-şarttır. Ve memleketimizi Atatürk'ün yaşadığı zamana çevirecek olan her eylem (bkz. darbe) sırf bu özelliği sayesinde meşrudur. Halbuki Atatürk tekrar o zamanlara dönmemizi istemezdi ki? Ne pahasına olursa olsun ilerlememizi, özgürleşmemizi, daha insani, daha rahat yaşamamızı isterdi. Halkın insiyatif almasını isterdi. Zaten, tam da bu yüzden ülkeyi askere veya bürokrasiye veya kemalizme değil (zaten o yaşarken kemalizm yoktu), biz gençlere emanet etti.

Toparlamak gerekirse, ideolojik düşünce yapısını kıramayan kemalizm, artık patlak vermekte, günümüzün ihtiyaçlarını karşılayamamakta, dahası insanları "hizaya" bile getirememektedir. Yukarda saydığım işlevselliğini de gün geçtikçe yitirmektedir. 

Ve insanlar Atatürk'ün arkasına saklanmayı bıraktığı gün, hukuk-içi veya hukuk-dışı her eylemi onun üzerinden meşrulaştırmayı bıraktığı gün, siyasi veya sosyal bütün argümanlarını ondan bağımsız da kurabilmeyi öğrendikleri gün, ve en önemlisi, sistemin açıklarını örtmeye çalışmak yerine, tamir etmeyi, eleştirmeyi, değiştirmeyi başardığı gün, Atatürk huzur içinde uyuyabilecektir.

8 Kasım 2008 Cumartesi

herkes bana aşık!

yahu, yok tabi öyle bişey. hepiniz, bi susun, bi dinleyin!

kimse zannettiği kadar zeki değildir. kimse zannettiği kadar çekici de değildir. ama kendimizi ve başkalarını kandırmak konusunda hepimiz ayrı ayrı yetenekliyizdir. ilişkiler karşılıklı bir ilüzyonun süreklileştirilmesidir. evlilikler de bu ilüzyonun kronikleşmesi belki..

aşık olmanın zor olduğunu kim söylemişse halt etmiş. yoksa kimse böyle bişey söylememiş miydi? hayır efendim, aşık olmak çok kolaydır. çünkü, herkes aşık olmak ister. ve herkes aşık olunmak da ister. bir danışıklı dövüş olasılığı her daim yüksektir. dünyada hergün milyarlarca insan sevişmiyor mu?

ama kimisi de aynı anda hem aşık olmak hem de aşık olunmak ister, aynı kişi tarafından. hadi bunu da başardın, o aşkı sürekli hale getirmek, bundan bir ilişki ve hatta ömür boyu bir beraberlik yaratmak..işte orada başka şeyler devreye giriyo artık. kafanda yarattığın eş'i, karşındaki insana yakıştırma, yapıştırma süreçleri..beğenmediğin yerleri kesip atma talepleri..uyuşan yerlerde aşırıya kaçan bir sevinç.

ve sonra, tabiiki de, o "kafadaki eş" değişecektir, çünkü o kişiden gerekli haz alındığı vakit, gereksizdir artık. başka bir eş yaratılmalıdır. karşınızdaki insan o kalıba sığabilir mi önce ona bakarsınız, çünkü en kolayı aynı kişiyle devam etmektir. ama yok, çok aykırı geldiyse, ayrılma vaktidir. ama ilişkiler zaten çok karmaşık, herkes için farklı farklı, cins cins şeyler..

esas bahsetmek istediğim, aşık olunan kişinin, kendisine aşık olan kişi üzerinden övünmeye başlamasıdır. nasıl anlamsız bir çabadır bu.."biliyor musunuz, şu şu bana çok aşık!". ee? aşk zaten "kaliteli" bir his değil ki, zekice veya gururlu veya insanüstü veya ayrıcalıklı bir his değil ki? yani bir istakozun "biliyo musun şu şu benim tadımı çok beğendi" diyerek övünmesi gibi bişey bu..aşk; sevişme isteğimizi sarıp sarmaladığımız bir süs paketi, cinsel arzularımızı kamufle eden hümanist ve romantik pelerin..kısacası insan olmanın getirdiği bir ihtiyaç, bir güdü, vazgeçilmez bir istektir aşk. ve "şu şu" sana aşık olmasaydı inan ki bir başkasına olacaktı! kendinizi size aşık olan insan üzerinden tanımlamayın efendim, geçin bunları. önemsiz şeyler bunlar! zevkleriniz üzerinden, entelektüel birikiminiz üzerinden tanımlayın kendinizi..ne demiş şarkı sözü yazarı; suya yazı yazmak gibi seni sevmek..aynen öyle işte, kasılmayın, yorulmayın aşk hakkında bu kadar.

ha ilişkisiz yapamayız, eyvallah. ama bari bir yapıcılık, bir üreticilik, karşılıklı bir fikir teatrisi bulunsun, bir katkı sağlasın iki insana da. veya yaratılan ilişki iki tarafta da bir hayranlık uyandırsın, herkesten gizli bir dil oluşuversin aranızda..yani iki kişi elele yarattığınız şeylerle övünün, önceden başkalarının yarattıklarıyla değil! aşık olmadan önce, hayran olun, onun size bişeyler katmasından ve ona bişeyler katmaktan mutlu olun. o zaman belki sıkıcı olmaktan yırtabilirsiniz.

5 Kasım 2008 Çarşamba

meşruiyet bayramı

Bugün dünyanın pek çok yerinde devletler bir sınavdan geçiyor. Bu sınavın başlıca konusu da geçmişle hesaplaşma. Sınavı geçenler uluslararası kamuoyunda saygı kazanıyor. Devletler kırmızı çizgilerini, yani kuruluşta kutsal ilan ettikleri kavramları, daha sonradan siyasi taleplere göre esnettikleri oranda, bu sınavı geçme şanslarını arttırıyor. Kanada, "kurucu unsurlar" listesine yerlileri ekledi, Amerika'nın 3 numarası Hiroşima'da diz çöktü, Paraguay devleti,  general Alfredo Stroessner başkanlığındaki diktatörlük yönetiminin yarattığı zulüm için özür diledi, Avusturalya'da da benzer bir özür Aborjinlere iletildi. Bazı ülkelerde de kimlik eksenli açılımlar hız kazandı; "ulus-devlet"in beşiği Fransa'da 76 anadil kabul edildi, İsveç devleti 46 farklı anadilde eğitim vermekte, İspanya'da hamile bir kadın savunma bakanı oldu, ve yine Amerika'da bugün Kenya kökenli siyahi aday Obama, başkan seçildi.

Bu resmi özürler, mağdurları ne ölçüde rahatlatır bilemiyorum, ancak bu devletlere ve iktidarlara bütün dünya önünde bir saygınlık kazandırdığı şüphe götürmez. Herkesin her türlü bilgiye rahatlıkla ulaşabildiği çağda, devletler kendilerine bir çeki düzen vermek durumundalar. 

Tabii bu, henüz dünya'ca iyiye gittiğimizin bir işareti sayılamaz. Eski suçların itiraf edilmesi güzel de, bir yandan yeni suçlar işlenmeye devam ediyorsa, o özürlerin pek de kıymeti kalmıyor. İşte Irak yanıbaşımızda. Darfur. Afrika gerçekliği-hatta gerçek-ötesiliği. 50-60 sene sonra özür dileyeceğimiz şeyleri bile bile yapmaya devam ettikçe bu dünyada sadece sorun yaratırız.

Gelelim ülkemize. Bu yalnız ve güzel ülkede bir ilk olarak Adalet Bakanı M. Ali Şahin, Engin Ceber'in işkence sonucu ölmesi üzerine devlet adına resmen özür diledi. Tabii Dünya'daki gelişmelere bakınca devletimizin daha özür dilemesi ve düzeltmesi gereken çok mevzu varmış gibi duruyor; 70 milyondan fazla nüfusa sahip bir ülkede, tek bir anadilde(ve tek bir dinin tek bir mezhebine dair) eğitim veriliyor, sadece 1980 yılından beri bu ülkede işkence görenlerin sayısı 1 milyonu aşmış, insan hakları ihlalleri gırla gidiyor, ki bunu da AİHM'de en çok mahkum olan ülkelerden biri olmamızdan anlayabiliyoruz..Bunların yanısıra biraz geçmişe bakıldığında zorunlu göç'ler, derin devlet eliyle düzenlenen yağmalar, katliamlar, faili meçhul cinayetler görüyoruz. Bunlar için devletin herhangi bir kurumundan resmi bir özür işittik mi? Bu olayların faillerini yargılayabildik mi? Mağduriyeti giderebildik mi? Daha gidilecek çok yolumuz olduğu aşikar.

Tabii devlet, halktan bağımsız bir varlık, gökten zembille inmiş bir yaratık değil. Devleti bu topraklarda yaşayan insanlar oluşturuyor. Peki bizdeki bu "zarar verme" güdüsü nasıl işliyor, nasıl meşrulaştırıyoruz bu yapılanları? "Ulusal çıkar"  veya "milli güvenlik" gibi muğlak kavramlarla mı? "Bölünmez bütünlük" gibi yarı-tanrısal atıflarla mı? "Toprak üzerine dökülen şehit kanı"nın dayanılmaz ajitasyonuyla mı?

Bu kavramlar komik gibi dursa da, aslında en korkunç eylemlerin bile meşrulaştırılması çok zor değil. Hitler Almanya'sında bunu görmedi mi insanlık? O kadar geriye ve başka bir ülkeye gitmeye de gerek yok. Şu yukarıdaki söylemlerle kaç operasyon yapıldı, kaç kez OHAL uzatıldı, kaç kez insan hakkı ihlalleri yaşandı, kaç insanımız mağdur oldu? Aşağıdaki yazıda da bahsettiğim "kuşatma" halini insanlara empoze edebilirseniz, milleti sürekli savaşta olduğumuza (george orwell'e selamlar) inandırabilirseniz, iç ve dış mihrakların cenderesinde olduğumuzu anlatıp insanları mütemadiyen teyakkuz halinde tutabilirseniz, her türlü yasadışı ve hatta insanlık dışı eylemi meşrulaştırabilirsiniz.

Bu kuşatma çemberinin kırılması, dış dünyaya açık olmakla mümkün. Sorgulamak, anlamaya çalışmak, kime yararsa yarasın gerçeği açıklamakla mümkün. Bu kuşatma mekanizması bir kere patlak verdi mi, artık kolay kolay yamanmaz. Dış dünyada, geçmişi için özür dileyen devletler var. Meşruiyetini saygı yoluyla kazanmaya çalışan iktidarlar var. Onlardan haberdar olmak bile "bizde niye olmuyor?" diye sormamızı ve buradan başlayarak devletle ilgili birçok şeyi sorgulamamızı sağlayabilir. Özellikle de geçmişte ve bugün yapılanların meşruiyeti üzerine sorulan bu sorular ve yapılan analizler, sivil toplum, medya ve siyasi mekanizmalar aracılığıyla daha yüksek sesle dile getirilmeye başladığında, bizim devletimiz de diğer devletler gibi kendine çeki düzen verme ihtiyacını hissedecektir. Sanırım bunu çoktan hakettik.

4 Kasım 2008 Salı

biraz da ideoloji.

İnsanoğlu kelimelerle düşünür. Yeni kelimeler öğrendikçe, yeni şeyler düşünmeyi de öğrenir. Bu ülkenin herşeyden çok yeni fikirlere ihtiyacı var, ve bu yeni fikirleri düşünebilmemiz için de yeni kelimeler öğrenmemiz gerekmekte.

Bazen şöyle düşünüyorum, bebekler doğar doğmaz bilinçli hale gelseler, herhalde şu ülkeye bakıp "bu nasıl bir fikir dünyası?" derler. Henüz zihinleri hiçbir ideolojiyle, hiçbir siyasi nakaratla kirletilmemiş bu bebekler, kimbilir, belki de "ana rahmine dönme psikozu"nu doğdukları andan itibaren yaşamaya başlarlar. Çünkü, korkarlar. Çünkü bu ülkede tepeden tırnağa herkes, her bakımdan "kuşatılmış" vaziyettedir. Bu "kuşatılma" ailede başlar, mahallede devam eder, okulda iyice belirginleşir, siyasette ete kemiğe bürünür ve nihayet her tarafı saran medyada doruk noktasına ulaşır. Herkes tetiktedir. Çünkü “dışarısı” tehlikelidir. Komşunuz bir terörist olabilir. Bakkalınız, nefret ettiğiniz bir partiye oy vermiş olabilir. Polis sizi takip ediyor olabilir. Asker, bir gece ansızın gelebilir!

Ancak dikkat edin, bu "kuşatma" görünmez değildir, aksine çok barizdir! Tabii şu farkla; bizi kuşatan her unsur, başka bir unsur tarafından kuşatma altında olduğumuzu savunur!

Bugün ülkemizdeki farklı siyasi kesimlere bakalım, burada genelleme yapmanın ve etiketlemenin kolaycılığına kaçıyorum, ama başka türlü örnek vermek de zor. Sözgelimi, ulusalcılara göre ülkemiz "işbirlikçiler" veya "dinciler" tarafından kuşatılmıştır. Muhafazakarlara göre "baskıcı statüko" veya “ahlaksızlık” sarmıştır etrafımızı. Kimi solculara göre "emperyalist güçler" tarafından saldırı altındayızdır. Kimi sağcılara göre ise "bölücüler" sürekli bir tehdit oluşturmaktadırlar. Oysa hergün bu “tehdit” söylemiyle, korku siyasetiyle, saldırgan tavırla bizi kuşatanlar, bizi korumaya çalışırmış gibi görünenlerdir. Oyun, daha biz doğmadan çok önce kurulmuştur. Herkesin tarafı bellidir. Ve "bizim" yanımızda olmayan, düşmandır. "Bizim" gibi düşünmeyen haindir. Zararlıdır. Katli vaciptir. 

İşte böyle böyle kendimizi kuşatırız biz, dışarıya kapatırız. Çünkü tevazu öğrenmemişizdir. Herşeyin en doğrusunu, gerçekliğin bütün boyutlarını, geçmişte olanları ve bu gidişatla gelecekte olacakları, yanılma payı bile bırakmaksızın biliriz. 5 saniyeliğine gördüğümüz bir insanın bütün siyasi profilini, kimliğini ve niyetlerini çözecek gözlerimiz vardır. Bir cümlesini okuduğumuz bir yazarın menşeini, yalnız bir söylevini dinlediğimiz bir politikacının gelmişini ve geçmişini-hemen oracıkta çıkarıveririz. Kalıplarımız hazırdır zaten. Etiketler, ceplerimizde yapıştırılmayı beklerler. 

Kendi politikalarını sadece bir olgunun veya hareketin karşıtlığı üzerine kuranlar, söz konusu olgu veya hareket değişmeye başladığında argümanlarını yenilemek zorunda kalırlar. Ancak, şans bu ya, elde yeni argüman kuracak malzeme kalmamıştır, çünkü daha başlangıçta çok dar, çok sığ ve değişmez kalıplar kullanmışızdır siyasi kimliğizi oluştururken.

Peki, nasıl oldu da böyle oldu? Nasıl bu hale geldik? Kabul, bu ülke çok kirli, çok kanlı olaylar, felaketler, katliamlar gördü. Saymakla bitmeyecek terör örgütleri, faili meçhul cinayetler, bombalamalar gördü. Ve malesef fikir dünyamız da, siyasi iklimimiz de buna göre şekillendi. Her kurşunla bir kelime daha eksildi zihnimizden. Her bombalı eylemle biraz daha tembelleşti beyinlerimiz, biraz daha alıştı hazıra konmaya, ve artık bir refleks olarak lanetlemeye. Hemen herşeye "nota verir" olduk. Sonra her önümüze geleni lanetlemeye başladık, uysa da uymasa da. Ve lanetleyerek hiçbir sorunu çözemediğimizi de göremedik. Dilimiz tutulmuştu ve düşünmeyi unutmuştuk..

Klişe bir laf ama, bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir derler. Her ne kadar beğenmediğimiz, tasvip etmediğimiz bir düşünce yapısına sahip olsa da, neden-sonuç ilişkisi kurabilecek kadar zekaya sahip herkes doğru bir argüman üretebilir. Biz henüz bu ihtimali düşünemiyoruz. Çünkü, biz zaten bilinmesi gereken herşeyi, her yönüyle biliyoruz. Öğrenmeye kapalıyız. Yeni bir dile kapalıyız. O yüzden yeni bir fikir üretmeye çok çok uzağız.

Hoşgörüyü ve tevazuyu öğrenemediğimiz için, insanca eleştiri yapmayı da beceremiyoruz. Hemen fanatizme kayıyoruz, kamplaşıyoruz. Ve bu kamplar da birbirini kuşatmaya başlıyor. Bir bakıyorsunuz A kişisi gibi düşünen herkes düşman, B kişisi gibi düşünen herkes dost. Analiz yapmaya, “acaba?” demeye üşeniyoruz, çünkü haklılığımızdan en ufak bir kuşku dahi duymuyoruz. İyi de, bu ülkede herkes haklıysa ve doğrusunu biliyorsa, niçin bu haldeyiz? Niçin hala kalkınamadık, niçin hala kısır tartışmalarla, sığ ideolojik söylemlerle vakit kaybediyoruz?

Esas soru da bu noktada ortaya çıkıyor işte; ne yapmalı, nasıl silkinmeli bu ruh halinden? Biz ne zaman “ölçülü” ve “barışçıl” sözcüklerle düşünmeye başlayacağız? Bu şiddetin, kamplaşmanın, tehditlerin son bulması için senelerdir ezberlenegelmiş sloganlar çare olmuyor. Denendi ve çöktü. Binlerce kez tekrarlandı ama etki etmedi. Demek ki farklı bir strateji gerek bize. Farklı bir anlayış, bir zihniyet değişimi. 

Yeni kelimeler öğrenmek için, yeni insanlarla tanışmak, etkileşmek gerekiyor. Bir insan farklı giyiniyor, farklı konuşuyor, farklı düşünüyor diye ona söz hakkı vermiyoruz. O yüzden daracık kelime dağarcıklarımızla sınırlı kalıyoruz. Yeni düşünceyi de işte bu yüzden üretemiyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen sorunlarımız için yeni çözümler bulamıyoruz. Ben biliyorum ki “barış”ın Kürtçesi, “dürüstlüğün” Ermenicesi, “dostluğun” Yunancası,  “özgürlüğün” Arapçası mevcut. 

Siz de bilin bunu. Siz, diğer kamptakiler! İdeolojilerin, öğretilerin, gelenek-göreneklerin, devletin, anayasaların, kanunların, alışkanlıkların, zihniyetlerin veya eğilimlerin "mutlak" veya "tartışılamaz" olmadığını görün. Gerçeği bütün boyutlarıyla kavramanızın mümkün olmadığını kendinize itiraf edin. Hangi "kamptan" gelirse gelsin, birisinin bir konuda muhakkak sizden daha çok şey bilebileceğini kabul edin. Buradan başlayın.

Bu ülkenin bütün kesimlerinin seslerini çıkarması gerekiyor artık. Herkesin yeni kelimeler öğrenmesi, empati yapması, hem insanca konuşmayı hem de insanca dinlemeyi öğrenmesi gerekiyor. Bu topraklarda konuşulan bütün dillerdeki ve öğretilerdeki “barışçıl” kelimeleri kullanmayı öğrenebilirsek, bizim üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun yok. 

3 Kasım 2008 Pazartesi

bu filmin ana karakteri ben miyim?

bu, herkes için de böyle midir, bilemiyorum.

gerçeğin kendi kafamda oluşturduğum versiyonunu sevebilmekteyim ancak. yani gerçeği olduğu gibi algılamak, kabul etmek, sevmek veya ona uygun davranmak konusunda sıkıntılarım var. 

kurgulanmış gerçek beni her yerde her zaman çekiyor. bilgisayar oyunları. filmler. diziler. herşey kontrollü. herşey hesaplanmış. hiçbir fazlalık yok. gelişen bütün olaylar bir hikayenin, bir hissiyatın, bir düşüncenin evrilmesi için var. bütün karakterler ana karaktere hizmet ediyor, bu ben oluyorum. bir ana karakterle özdeşleşebildiğim ölçüde kendimi güvende hissediyorum, o kurgulanmış dünyanın içinde. 

bunda bir çeşit korku rol oynuyor sanırım. kabul edilmeme korkusu. başarısızlık korkusu. kaybetme veya kaybolma korkusu. önceden hesaplanamayan, tahmin edilemeyen bir dünyanın içinde her an kaybolabilirim çünkü. o yüzden önceden hesaplanmış bir dünyada, bir ana karakter için yaratılmış o dünyada, o ana karaktere kitlenmek, güven verici. çünkü olmak istediğim kişi o. o dünyanın içinde, o karakter hiç kaybolmuyor. yeniliyor olabilir,  hatta ölüyor da olabilir, ama kaybolmuyor. çünkü bu sefer o dünyayı da kendi kafamda kuruyorum. ve o karakter benim kafamda da yer ediyor. böylelikle ölmüyor. bende yaşamaya devam ediyor.

bişeyler üretmek, insanlara ulaşmak, paylaşmak, sevmek ve sevişmek dürtüleri de buradan çıkıyor benim için. bir iz bırakma çabası. kendini kabul ettirme çabası. takdir görme çabası. yaptığım bütün fedakarlıklar, veya iyilikler dönüp dolaşıp kendimi iyi hissetmemi sağlıyosa, onları gerçekleştirmemde bencil bir niyet var demektir, öyle değil mi?

peki gerçeği olduğu gibi algılamak, kabul etmek ne derece mümkün? yani herkeste böyle bir dönüştürme dürtüsü var mı? ya kafamızda dönüştürdüğümüz o gerçekle, esas gerçeklik arasında en ufak bir benzerlik kalmadığında ne oluyor? bir patlama, bir yüzleşme. ve yüzleşmelerden de garip bir haz alıyorum. sanki bir dünyayı yıkıp yerine yenisini yapmak hoşuma gidiyor. belki kafamdaki ilüzyonu bir anda silip atarak bir an için gerçeğe yaklaşıyorum. ancak o anın sonrasında yaptığım çözümlemeler ve bulduğum bahaneler beni yeni (ve hayali) bir meşruiyet zeminine taşıyor. çünkü, ilüzyonu sildiğim zaman şunu sormam gerekiyor: bu kadar uzun süre devam etmesine neden izin verdim? cevap: ihtiyacım vardı. ve bu cevaptan da, ihtiyacıma göre gerçekliği çarpıtan bir insan olup çıkıyorum. bu, sevgili egom için elbette tahammül edilemez bir durum! öyleyse hem ilüzyonu sürdürmeyi, hem de vakti gelince onu paramparça etmeyi meşrulaştırabilmeliyim. bu da, filmin ana karakteri olmamdan geçiyor kuşkusuz. dünya benim etrafımda dönüyorsa, bütün değişimler ben istediğim için gerçekleşmelidir.

hadi ben bencilim, ya da manyağım. ya diğerleri? herkes kendini, içinde yaşadığı dünyanın ana karakteri olarak görmek zorunda hissediyor mu? bundan çıkış var mı? daha yüksek bir amaca hizmet, bir din, bir ideoloji, dünyayı değiştirme tutkusu, dünyayı daha iyi bir yer yapma tutkusu..bu cevapların içinde de yine kendimizle gurur duymamızı sağlayacak, verdiğimiz bütün o saçma sapan kararları meşrulaştıracak bir zemin aramıyor muyuz aslında?

ben, kendimi tanıyorum ve ne istediğimi biliyorum. ama benim dışımdaki dünya, benim dışımdaki insanlar, nedir, nasıldır..hiç uzanamadım oraya, hiç gerçekten merak edip de sormadım. buna rağmen, bu dünyaya ve bu düzene çok alıştım.  o yüzden herşeyi ağırdan alıyorum, herşey aynen böyle kalsın istiyorum. tembel olmak için aşırı çaba sarfetmem gerekiyor. şu an, benim için kurulmuş bir dünyaya çok yakınım. çünkü sanırım, gerçeklik de benim içime sızmaya pek o kadar meraklı değil. 

içinde bulunduğum bu ortam, işte aile, veya okul değişecek olsa..o zaman yeni bir dünya algısı mı geliştirmem gerekecek? iyi de benim dışımdaki şeyler hakkında en ufak bir fikrim yok. öyleyse nasıl değişebilirim? daha kendimi değiştiremiyorsam, dünyayı nasıl değiştirebilirim?

farkındayım, biraz saçmaladım. insanlar psikologlara bunun için para vermiyo mu?

 

hoşgelişlerola

velhasıl, öbürküsü başlı başına bi eser olarak orada dursun ve burada yeni birşeyler deneyeyim dedim. sayıklamalardan, soyut düşüncelerden veya edebi kaygılardan uzak olmasını planlıyorum bu sefer. öyle sıkıcı sıkıcı yazıcam düşündüklerimi veya düşünmek istediklerimi. hergün güncellemek yalan olur. ama bol bol vakit ayırmayı planlıyorum. 

bunu da buraya yazıyorum ki ilerde rezil olayım "aha bak yine yapamamışım" diyeyim. herneyse. başlıyorum.